Romantik
Tarihçilikten Halkçı Folklorculuğa
Bir Mecbur Anlatıcı: Yaşar Kemal
Metin Turan[1]
Milliyetçi Eksen
Folklorun,
sadece Türkiye’de değil, sistemli ilk çalışmaların yapıldığı Batılı ülkeler
(Almanya, İtalya, Danimarka, İngiltere, İsviçre vb.) tarihine bakıldığında, hemen
bütün bu coğrafyalarda da nasyonal/ milliyetçi bir zemin üzerine inşa edilegeldiği
görülür. Bu ideolojik zemin Sovyetler Birliği döneminde bu kez ‘karşı milliyetçilik’ düzleminde yeni
uluslar icat etmek olarak yeniden nasyonalist işlevine büründürülmüş olarak çıkar
karşımıza. Tartışacağım bunlar değil. Ancak,
yazma serüveni derlemeyle başlamış öncesinde ise destan, deyiş, ağıt
‘söylemiş’ bir büyük yazarın aydın kimliğini akılda tutarak işaret etmek
istediğim, yaratıcılığının sanatsal
edebi olduğu denli düşünsel anlamda da karşılık bulduğu izi sürmektir. Buraya
varabilmek için de çok genel hatlarıyla onun da yetişmesinde işlev taşıyan,
Türkiye’de milliyetçilik ve halkçılığın yaygınlaşmasında rol oynamış Halkevleri
gibi kurumların da düşünsel arka planını oluşturan tarihi kimi olgulara
değinmek gerekliliğini duyuyorum.
Folkoru
milliyetçilik ekseninde sistemleştiren Alman geleneği olmuştur. Almanya'da
folklor disiplini, Herder'in ortaya koyduğu "romantik milliyetçilik"
bağlamında gelişmiş ve Alman millî kimliğinin inşasına ciddi anlamda katkıda
bulunmuştur. Başta, değişik kantonlardan oluşan Almanya’yı Nationalgeisti
(ulusal ruhu) potasında bütünleştirmeyi amaçlayan bütüncül Alman ulusu yaratma kaygısının
aktörlerinden olarak masallar üzerinden bu uğraşa girişen Grimm Kardeşler olmak
üzere diğer folklor derlemecilerine de Herder'in fikirleri âdeta yol gösterici
olmuştur. Avrupa'da Almanya'nın gerçekleştirdiği folklordan yararlanarak millî
kimliğin inşası atılımını, XIX. yy.da İskandinav ve Slav milletleri de
uygulayacak, bu türden ‘uyanış’lara henüz kapı aralamak istemeyen Osmanlı
coğrafyasına ise ‘milliyetçilik’ yağmuru 19. Yüzyılın başında damlamaya
başlayacaktır. Bu bakımdan, 19. yüzyıl bu kesişimin en önemli dönemecini
oluşturur.
Osmanlı
aydınlarının gündemine ‘dil’, ‘millet’, ‘vatan’ ve ‘medeniyet’ kavramlarıyla
eşzamanlı olarak (Öztürkmen, 1998:19) giren folklor özellikle 19. Yüzyılla birlikte yeniden
şekillenen dünya haritası içerisinde her yeni rejim ve ülkenin resmi söylem kurgulamalarında başvurdukları ilk kaynak olmak bakımından ciddi bir önem taşır. Türk milliyetçiliğinin esaslarını yazan ve bu
konuda küçümsenmeyecek bir mesai harcayan Ziya Göklap’ın folklor konusundaki görüşlerinin şekillenmesinde
de Herder’in Alman millî kimliğinin
inşasında "dil"e dayalı "folklor" malzemelerini kullanmış
olma düşüncesi etkili olmuştur. Gökalp ve kuşağı Osmanlı aydınları bu
gerçekliğin doğrudan tanığı durumundadırlar ve karşılığını XIX. yy.da henüz
Osmanlı toprağı olan Balkanlarda Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar ve
Arnavutlar’ın aynı yolu izleyerek birer birer bağımsızlıklarını kazanmalarıyla
görmüşlerdir. Daha sonra Türk ulusu yaratma
çabasının bütün kaygılarını duyan Mustafa Kemal’in de erken dönemde ayrımına
vardığı realite folklor araştırmalarının
işlevi gerçeğidir: “Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki akvâm-ı muhtelife
[=çeşitli kavimler] hep millî âbidelere sarılarak, milliyet mefkûresinin
kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara
yabancı bir millet olduğumuzu, sopa ile içlerinden kovulunca anladık.
Kuvvetimiz zaafa uğradığı anda bizi tahkîr, tezlîl ettiler. Anladık ki
kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış." (Akt. Yıldırım 1998: 47).
1839
Tanzimat reformları edebiyatta işlevsel bir değişime yol açarken, halkın dilini
kullanarak, anlaşılır bir Türkçe ile edebiyat yaratmak, böylece söylemek
istediklerini daha çok okuyucuya anlatmak isteği Tanzimat yazarlarını halk edebiyatı
ile ilgilenmeye götürdü (Başgöz, 1998:24). Bu izdüşüm, özellikle 20. Yüzyılın başlarında bir yandan
folklor kavramına ilişkin (Rıza Tevfik, Köprülü, Gökalp, Selim Sırrı, Yusuf
Akçura) saptamaları gündeme taşırken bir yandan da ‘millet’ oluşturma ve bir milli edebiyat yaratma zeminini oluşturmaya
tahvil edilmektedir.
Yukarıda
andığım isimlerden Rıza Tevfik dışta tutulursa, diğerleri, özellikle Ziya Gökalp,
Köprülü ve Akçura bir yandan parlamentoda siyasi aktör olarak görev
üstlenmişler ama aynı zamanda Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu gibi cumhuriyet
Türkiyesinin düşünsel olduğu denli siyasal hayatının şekillenmesinde de bu
aktörler ve başında yer aldıkları kuruluşlar belirleyici olmuştur. Türk Dil
Kurumu ve Tarih Kurumu’na Halkevlerini de eklediğimizde Türk siyasal hayatının
olduğu denli kültür hayatının önemli adlarının bu cemiyetlerden geçtiğini
rahatlıkla söyleyebiliriz ki söz konusu her üç kurumun da ortak
faaliyetlerinden birisini folklor çalışmaları oluşturmaktadır. Bunlara elbette bir
de 1912 yılında kurulan ve 1931 yılında kapatılan Türk Ocaklarını, 1927 yılında
kurulan 1932 yılında da Halkevlerine dahil edilen Türk Halk Bilgisi Derneği’ni eklemek gerekir.
Söz konusu bu kuruluşların hemen hepsinin kuruluş hikayesinde bizzat
kurucularının aktarımlarına bakıldığında ‘romantik’ bir anlayışın belirgin yansımasını görmüş
oluruz.
Türk Halk Bilgisi
Derneği Halk Bilgisi Mecmuası'nın
yanısıra, halkı folklor eserlerine ısındırma amacıyla iki yayın daha sunar:
Bunlardan ilki, çeşitli halk şairlerinden derlenen koşma, destan, ağıt, nefes
gibi sözlü edebiyat türlerinin yer aldığı Seçme
Halk Şiirleri adlı bir kitap, diğeri ise Faruk Nafiz Çamlıbel, Ömer
Bedrettin Uşaklı, K.Kami Kamu gibi şairlerin eserlerinden seçilerek hazırlanan Seçme Memleket Şiirleri’dir. Sözkonusu bu
gelişim yeni ulus-devletin kurumsal, folklor temelinden şekillenen edebiyat anlayışının
işlevsel ve düşünsel yapısını anlamak bakımından önemli dayanaklardır.
‘Angaje’ Yazarlık, Yaşar Kemal ve Folklor
Yaşar
Kemal’in, folklorla ilişkisi bu
kurumların ve araya milli edebiyat olarak sığışan ve Osmanlı Türkçü
geleneğin oluşturulmasında rol üstlenmiş
(Ömer Seyfettin, Mehmet Emin, Halide Edip) adlar etrafında ve nihayetinde
folklorla temaslarıyla ‘millilik’ hissiyatını besleyecek kültürel numuneleri
bulma romantizminin akarında buluşur. 1940’lı yıllarda Pertev Naili Boratav’ın
bilimsel bir disiplin halinde üniversite bünyesinde folklorla ilgili –ki daha
çok halk edebiyatı eksenli çalışmalardır bunlar– çalışmalarının
ırkçı-Turancıların, rutin sözcüklerle kendini ifade etmeyi deneyen Michael
Billig’in altını çizdiği ‘Banal Milliyetçilik’ ikliminde, yirmi yaşındaki Kemal
Sadık Göğceli somut bir örnekle halk
edebiyatının özgün ve önemli bir türü olan Ağıtlar’ı
(1943) yayın dünyasına kazandırır. Bu kitabın yayımlanışı ‘gürültü’ koparmasa
da tutkulu ve saldırgan milliyetçi ve buna mukaddesatçı yönelimi de ekleyerek
söylersek tıpkı Köy Enstitülülerinden
yetişen ‘baldırı çıplakların’ önce öğretmen o yetmezmiş gibi 1950’lerden
başlayarak da yazma eyleminin içerisinde olmaları gibi, hakim ideolojiyi ürkütür. Polis, jandarma
baskısı, karakolla tanışmalar, linç kampanyaları… Abidin Dino bu süreci şöyle
açıklıyor: “Hayrola, neden başı derde girdi (daha doğrusu ayakları)
diyebilirsiniz belki… Ayrıntıların önemi yok, başak türlü olamazdı sadece.
Evet, işin kökeninde sınıfsal baskı yatıyordu. ‘Ayak takımından bir köylü
parçası’, köylüler namına konuşup yazmaya kalkışıyordu, falakalara, ‘çifte
ay’lı dosyalara yeter de artar da böylesi bir çıkış…” (Dino, 1979) Türk
sanatsal anlatım biçiminin folklor ve edebiyat alanında işbirliğini, çağdaş
edebiyatın özel görünümünü oluşturduğunun altını çizen ve gerek Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı (1967), Kemal Bilbaşar’ın
Cemo (1966) ve Memo’sunun
(1969) yaratılışlarını folklora borçlu olduklarını söyleyen Rus Türkolog Svetlana Uturgauri, çağdaş Tük
edebiyatının folklorla olan ilintisinde Yaşar Kemal gibi ilerici yazarların iktidarla
olan çatışmadaki sınıfsal konumlarını ve gerçekliği en iyi farkedenlerden
biridir. Onun Yaşar Kemal’in folklorla olan ilişkisini irdelerken düştüğü not,
bu bağlamda çok önemlidir: “Halkın siyasi düşünceyi, yeteneği ve tarihsel
özellikleri anlamasına yarayan söz sanatını edebiyatlarının içine yerleştirmişlerdir.”
(Uturgauri, 1989:120) Bu hikayeyi
aktarmam nedeni şu: Türkiye’de ‘milli’
ve o eksende ‘halkçı’ edebiyat geleneğinin yukardan, yani siyasal erkin
edebiyatçı prototipinde istendik rolü yaratma gayretinin yaslandığı tarihsel
zemini görmek, bu zemin üzerinden halkçı tavrını sosyalist dünya görüşüyle üretimsel zemine
oturtan Yaşar Kemal gayretinin ayrımına varabilmek içindir. Halkevleri, onun da
yetiştiği ve dolayısıyla da ilk kitabının aynı zamanda alanının da bir ilki
olan Ağıtlar (Adana Halkevi Yayını,
1943)’ın da yayımcısı olduğu kuruluştur. Ayrıca bir kısmı daha sonra Alpay
Kabacalı tarafından kitaplaştırılan (Gül
Yaprağın’ Döktü Bugün ve Sarı
Defterdekiler Folklor Derlemeleri, YKY 1997) ağıtların da zamanında Türk Dil Kurumu’na verilmiş olduğu
anımsanırsa[2], çağımızın bir büyük yazarının Türkiye
cumhuriyetinin şekillenmesinde, organik olmasa da kurumsal rol oynamış merkezlerle ilişkisini görmüş oluruz. Bütün
bunların tek başına Yaşar Kemal
yaratıcılığına sebep olduğu söylenemez ama Yaşar Kemal eylem ve edimlerinin söz
konusu kurumlarla birlikte şekillenen ‘romantik’ tarih anlayışı karşısında,
halkçı folklorculuğa ciddi katkısının
olduğunu söylemek mümkündür. Özellikle 1970’li yıllarda bir yandan edebiyatçı
kimlikleri bir yandan da folklor derlemeleriyle sahaya giren Ümit Kaftancıoğlu,
Osman Şahin, Ozan Telli gibi adların çizgisinin ilerici, halkçı damarının da
Yaşar Kemalle şekillenen geleneğin oluşturduğunu unutmamak gerekir.
Dinamik Folkor Anlayışı ve Yaşar Kemal
Başka
başka (örneğin Baldaki Tuz adlı
denemeler kitabında toplanan 1960 yılında yazdığı Kültür, Halk ve Sanat,
Kültür Sömürücülüğü, vb.) yazılarında olduğu gibi 1966 yılında Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nun
düzenlediği IX. Uluslararası Kültür
Şenliğinin açılışında yaptığı ‘Folklor Üzerine’ başlıklı konuşmasının
çerçevesini de folklorun insanlık
kültürünün temel direklerinden biri olarak görme ve felsefe gibi, başka sanat
dalları gibi folklorun da farkına varılması gereken bir unsur olduğu üzerinde
durur. Burada dikkat çeken önemli hususlardan biri de, Yaşar Kemal’in ta
başından beri bir halkbilimci olarak
değil, yaratıcı bir sanatçı olarak folklorun
dinamik bir yapıya sahip olduğu konusundaki bilinçli tavrıdır. Gelenek gibi
statik bir bağlanmaya yaslananlardan olmaz ve
“Folklor eserleri insanların yüzbinlerce yıldan bu yana elbirliğiyle
yaratıp, işleyip geliştirdikleri, halkların, toplumların elden ele, halktan
halka aktardıkları, yaşayan, yaşamakta devam edecek eserleridir.” (Kemal,
2002:149) vurgulamasını yapar. 1977 yılında, Erdal Öz’ün sorularına verdiği
yanıtta da bu yargısını pekiştirdiğini görürüz: “… Şimdi bak, ben folkloru,
yaşayan bir şey olarak kabul ediyorum. Folkloru, ölü bir araç gereç yığını
olarak görmüyorum.” (Öz, 1977)
Cemal
Süreya’nın 1956 yılında dile getirdiği ‘Folklor Şiire Düşman’ çıkışını, en iyi anlayanlardan biri Yaşar Kemal
olmuştur. Tartışma neredeyse her on yılda bir yinelenerek bugüne taşınsa da tam
tamına yarım yüzyıllık bir tartışmanın oturduğu zemin, tam da Yaşar Kemal’in
yanıtında karşılığını bulmuştur: “… Gerçeği şu, ki, birtakım insanlar folkloru
şiire düşman kılmışlardı. Halk kültürünü, halk anlatımını, yani masallardaki,
destanlardaki anlatımı, halk şiirini, öteki halk ürünlerini özümsemek yerine
onlara öykündüler. Bu dehşet bir moda oldu, ortalığı kastı kavurdu. Bu
öykünüler ulusal edebiyat, ulusal kültür oldu. Oysa hemen hiçbir değeri olmayan
öykünülerdi bunlar. O zengin dilden anlatımlardan hiçbir şey yoktu bu
öykünülerde. Devlet de bunları destekliyordu. Yıllarca birtakım şairler
Karacaoğlan, Yunus Dadaloğlu gibi yazmaya özendiler. Öykünü onların,
yetenekleri varsa bile, yeteneklerini yedi.
Bunları da gören başka şairler, bu öykünüleri şiir, hikaye, masal
saymayan yazın erleri kabahati folklora yüklediler. Ve folklor şiirin
düşmanıdır, diyebildiler. Yani halk kültürü edebiyatın düşmanıdır demeye
getirdiler. Hakları var mıydı, yok muydu bu bir araştırma konusudur. O günün
havasının sorunudur.” (Kemal, 1991:149)
Romantik İklimden Sınıfsal Tercihe
Yaşar
Kemal, romantik tarihçiliğin şekillendirdiği
ve bu anlayışın öyle kısa da sürmediği siyasal bir kültüre doğdu.
Yazarlık serüvenini kuşatan entelektüel ve aydın kimliği bu siyasal iklim
içerisinde şekillendi. Resmi ideolojinin bir tektipleştirme politikası
içerisinde, çoğulculuk ve çok seslilikten uzak, bireyi öğüten sistemi içerisinde bütün erdemiyle
birey olabilmeyi başararak savunageldiği ‘hakça bölüşmenin’ dünya görüşü olan
sosyalizme olan içten bağlılığıyla mücadele etti. Yazarlığı tıpkı hayatı gibi
eylem merkezli sahici halkçılığa
yaslandığı içindir ki folklorla olan bağıntısında öncülleri, örneğin ‘memleket şairleri’ veya kuşaktaşı
kimi esinlenmeciler gibi olmadı. Köroğlu halk hikayesini anlatırken de kendi
yaratıcı damgasını vurmayı başardı, Deniz
Küstü’yü yazarken de. Bütün bu geleneğe dair yapıtlarda (Üç Anadolu Efsanesi, Ağrı Dağı Efsanesi,
Binboğalar Efsanesi, Yılanı Öldürseler,
Filler Sultanı) anlatmak ile yazmak edimlerini bütünleştiren bireyin çatışmacı karakterini, teslim olmayan
yanını, yani ancak bir romanın edebi atmosferinde anlatıcının tercümanı
olabilecek metinleri türetti.
Yeniden Uturgauri’nin
görüşlerine başvuracak olursak: “Yaşar Kemal adları geçen iki yazardan da
(Kemal Tahir ve Kemal Bilbaşar’ı kastederek, M.T.) farklıdır. Ona folklorla
ilişki kurduran kendi sanatçı dünyasının içyapısıdır. Gerçeği kendince
bilinçlendirerek algılaması, yaratıcılık yeteneğinin kendine özgü şiirsellikle
birleşerek onu folklora yöneltmesidir.” (Uturgauri, 1989:122) Başka bir Sovyet
Türkolog Galina Gorbatkina’nın saptamalarını da anmak isterim: “… Yaşar
kemalde geleneksel folklor tiplerinin (Leyla) ve yerleşmiş sıfatların (sırma)
kullanıldığını görüyoruz. Ama Sofinin konuşması gene de üzerimizde kalıplaşmış
ve gelenekleşmiş bir konuşma etkisi bırakmıyor. Bunun sebebi nedir? Sofinin
böyle konuşmasının nedeni şudur: Yazar, folklordaki kişileri ve yöntemleri kendine özgü yöntemlerle birleştiriyor. Öyle
ki, bu konudaki alıntının ikinci yarısında So fi,
genç kızın güzelliğinden değil, onun ruhsal durumundan, aşkından ve
mutsuzluğundan söz ediyor. Ama bunu ancak, Yaşar Kemal gibi usta bir psikolog,
üslubu hiç bozmadan, doğal bir biçimde yapabilir.” (Gorbatkina, 1980:251-252) Yaşar Kemal’in halk yaratıcılığına ilişkin edimi, sıklıkla
vurguladığı gibi bu kültürü yaratanların
içerisinde olmasıyla ilgili. Onun yapıtlarında dilini ve üslubunu oluşturan
yaratmalarla ilgili keyfi, muğlak ve zorlama bir gerçeklik arayışı yoktur.
Romanlarında destan ve masal öğeleri kullanımını, Dostoyevski ve Gogol adlarını
anarak anlatır. Alain Bosgquet’in
sorularına verdiği yanıtta açıkça söyledi gibi: “Bir miti bir kişi, bir toplum
hangi koşullarda yaratıyor, o kişileri tanıdım, o toplumların içinde bulundum.
Söylediğinizi en çok uyguladığım romanım da Dağın Öte Yüzü üçlüsünün ikinci
kitabı olan Yer Demir Gök Bakır’dır.
Orada, mit yaratılması anlatılırken eski ozanlardan, yaratılmış mitlerden bol
bol faydalandım. Araya ya bir ozan, ya kör bir ozan, bilge bir ozan koydum. Bu
romanın akışını biraz kestiyse de, aldırmadım, söylemek istediklerimi bu
hikayeciler, anlatıcılar, ya da benim anlattığım hikayeler güçlendiriyordu” (Kemal,
1993: s.191).
“Anlatmak asla masum bir eylem değildir ve bir
başka anlatıyı çerçeveleyen bir anlatı, yazara, hikayelemenin sonuçlarını
sergileme olanağı sağlar. Şüphesiz bu durum, okura, anlatılan hikayenin onun
hayatını da etkileyebileceği, hatta etkilemesi gerektiği sinyalini gönderir:
Edebiyat hiçbir sonucu olmayan yersiz bir etkinlik değildir.” (Brooks, 2014:89).
Buraya Yaşar Kemal’in sözlü gelenekteki
anlatıcı rolüyle hikayeler eklemesini, “Bir birikime başka bir birikimle sahip
çıkıyor.” (Andaç, 2003:289) olmasını yada Altan Gökalp’in mitos gelenek ile
epos gelenek arasındaki farkı işaret ederek belirttiği, onun romanlarında epik tür ile mitik tür birbirine karışıyor (Andaç,
2003: 293) saptamasını eklersek, ‘hikayesi’nin düzlemini daha net anlamış
oluruz. Yaşar Kemal, sıklıkla kendisinin
‘angaje’ bir yazar olduğunu vurgular ve bu angajeliğini barıştan yana olmak,
savaş karşıtı olmak, sömürünün, haksızlığın karşısında durmak, hakkı olanla
hakça bölüşmek olarak
ifadelendirir. Anlatıcı olarak
mecburluğu burada yatar.
Kültürel Kırılma ve Kesişmelerin Odağında Bir Yazar
Yaşar
Kemal’in, yaratıcılığına ilişkin
ipuçları ve saptamaları düşünsel yazılarında, söyleşilerinde kolaylıkla
bulabiliriz. Onu, çağdaşlarından farklı kılan temel özelliklerden biri, farklı
kültürel coğrafyaların hem kırılma hem de kesişme noktalarında bulunmuş
olmasından geliyor. Kırılma diyorum, zira Kürt coğrafyasından, feodal bağları
güçlü ve kalabalık köklü bir aileden
Van’dan zorlu bir göç serüveniyle geliyor; Çukurova’da Türkmen aşiretlerin
bulunduğu bir köyde büyüyüp, yetişiyor. Kırılma diyorum, çünkü 1900’lü yılların başından başlayarak, onun
hayatının bütün evrelerinde - bir
Mustafa Kemal dönemini ayrı tutar- ulus-devlet yaratmanın ideolojik
atmosferinde bu coğrafyanın
gerçekleriyle bağdaşmayan ardışık bir dolu tekilleştirici, buyurgan kültürü
egemenleştirici uygulamayla yüzyüze kalır. Keskin kırılma ve dönüşümlerin,
özellikle de doğadaki dönüşümlerin tanığıdır ve bütün bunlar onun yaratma
gücünü sergilemesinde acısı olduğu denli, ayrıcalığı da olur. Doğanın
geleneklerden daha hızlı değiştiği gerçeğini yaşar (Andaç, 2016:78). Bütün bunların
farkına varabilen kendisinin haklı olarak altını çizerek söylediği gibi bir iki
sosyal bilimci dışında tek romancıdır.
Anlatma, yani hikaye etme bir tecrübe alışverişi olduğu gibi
yapıtlarının önemli bir bölümünde temel izlek olan ölüm karşısında, kan
karşısında dirimsel tutunmadır da. Yazınsal bir yapıtın yapısına böylesi bir
tecrübe, tıpkı Kimsecik üçlemesinde özellikle Kanın Sesi’nde Mustafa’nın, Deniz
Küstü’de Zeynel Çelik’in korkuyla sınavı olarak yerleşir. Her tecrübe hayata dair bir savunma olarak
şekillenir. Gelenekte korkmaz bir karakter olarak mitleştirilen Köroğlu’nda da
öyle yapar: Yusuf’un oğlu Ruşen de
korkunun kahramanıdır. Korku bir savunmadır Yaşar Kemal yapıtlarında; bunun
psikolojisini en iyi bilenlerden biridir. Kendi hayat hikayesine dair
anlattıklarında bütün ayrıntılarıyla bunun ipuçlarını verir. Kahramanlarının bir bölümünü, örneğin
başyapıtlarından İnce Memed’i mecbur insan sayar. Böyle mecbur insanları çoktur
onun. Kendisi de öyle: Mecbur bir
anlatıcıdır. Bu mecbur anlatıcının bir de bilen yanı vardır.
Bildiği için mecburiyetinin zorluğuna katlanır. Toplumsal yapıdaki değişimin
üzerinde dururken altını çizdiği çok önemli bir saptaması vardır:
“Batı’da
burjuva tipi diye bir tip vardır, o belirlenmiş, oturmuş. Ama İstanbul’da
oturmuş değil, denizanası gibi tutamazsın herifi, nereden tutacaksın,
belirlenmiş bir davranış meydana gelmemiş, tamamen yozlaşmış. Köylü desen
değil, şehirli desen değil, zengin desen değil, fakir desen değil. Dünyanın
hiçbir yerinde bulamazsın, herif Mercedes’i almış, 190 Mercedes, bagajına
rakıyı, mezeleri, çiğköftesini dizmiş, deniz kıyısına toz vuruyor, bu da
içiyor.” (Andaç, 2016:80)
“Bilimci” Değil “Halkçı” Bir Yazar
Halkbilim
çevrelerinde, metni anlamak için metnin anlatıldığı ortamı anlama fikrinden
doğmuş, icra mekânı, icra tarihi, icra zamanı, icra nedeni, icra biçimi, icracı
kimliği gibi unsurları context (bağlam)
olarak ele alarak incelemeye dayanan performansçı yaklaşım, Yaşar Kemal’in özelinde şöyle anlamlanır:
“Söz
sanatlarının etkisini halka destan anlattığım günlerde anladım. İyi dinleyiciyi
bulduğum köylerde, yörelerde dinleyicilerle birlikte sözlerim kanatlanıyor,
uçuyor, daha sevinçle anlatıyordum. Dinleyicilerimin anlatımıma az katıldığı
köylerde, yörelerde anlatımım, yaratımım daha sönük geçiyordu. Usta bir
destancının anlatımı ezber değildir. Anlatıcı her anlatışında, halkın ona
katılmasına göre, yeniden yaratır. Onun için destanlar kırk bin yıl su altında
kalmış çakıltaşları gibi, destancıdan destancıya geçerek, yunur, arınır, düzgünleşir,
parlar.” (Bin Çiçekli Bahçe, s.90)
Yaşar
Kemal’in birçok yapıtında, örneğin İnce
Memed’de, Yer Demir Gök Bakır’da, Kanın
Sesi’nde, Ağrı Dağı Efsanesi’nde
tabiat kültüne ilişkin çok sayıda pratiklerin yer bulduğunu görürüz. Bu yer bulmalar yoğun bir tanıklıkla ve elbette bir çatışma
içerisinde verilir. O bakımdan da yama gibi durmaz. Örneğin Ortadirek romanında geçen şu olay
bunlardan biridir: Meryemce, atı öldükten sonra oğlu Ali’yle konuşmaz, oğluna
tek bir kelime bile etmez. Oğlu Ali ne
yapsa da ne dese de Meryemce’nin gönlünü alamaz. Bunun- üzerine Meryemce,
konakladıkları yerdeki bir ulu çam ağacına “… Ağaç, kimseye demiyorum, sana
diyorum, hey ulu ağaç. Benim atımı Koca Halil öldürdü… …Sen çok gün gördün. Sen
eski devirleri bilirsin ağaç. Bu dünyada her ne varsa, ne gelip geçmise senin
avucuyun içinde yazılı. Koca Halil benim erimin arkadaşı, can yoldaşı değildi.
…Koca Halil, benim erime düşmandan da daha kötüydü. Bunu bir sen bilirsin, bir
ben, bir de o boyu devrilesi çakır gözlü Halil bilir. ...Duydun mu ağaç
dediklerimi? …Hiç kimse bana hak vermese de sen bana hak verirsin, ağaç…”
(Ortadirek, s.98-99) Yine Eserde oğlunun ziyaret ağacına işediğini
gören Uzunca Ali oğluna kızarak içinden “Ulan, adam varır da Ziyaret cevizinin
yanındaki çalının altına siyer mi (işer mi)?
Cin çarpar adamı. …Köylü neden konmaz ziyaretlerin dibine? Bundan dolayı
işte. İşerler altına, işerler. Dalını keserler, gövdesine çivi sokarlar.
Onların da canı var. Onlar da çarpıverir, sakat korlar adamı. Amma demedin
miydi keyiflerine ziyaretlerin, uğur getirirler. Kim bilir, bu ulu ağaç,
nakışlı ağaç bize bir uğur getirir ki. Ne gelmez ki elinden. Ulan, azıcık iyi olursam bu ağacın altında beş rekât bir namaz kılacağım ki... Namazdan
hoşlanırlar bunlar. Belki de yüreğine
bir hoşluk gelir de bu ağaç, bize yardım eder… …Baktım ki şafağa uyandım, gün ışıyıncaya kadar kılarım. Kılmalı
namazı…” (Ortadirek, s.119-120)
Yaşar Kemal
anlatılarının bir dış mimarisi vardır bunu anatemayla kurar, bir de
iç mimarisi vardır ki ‘her romanımda yeni bir dil denedim’ diyerek ifade
ettiği biçemini belirleyen anlatım dilinin şekillendirdiği bir yapıdır bu. Folklor
olansa bütün bunların dışında sözel olarak yaratıcı öznenin üslubundan arınmış
örnekleridir. Yaşar Kemal, halk kültüründen yararlanmaz: O kültürün
bizzat yaratıcılarından biridir. O bakımdan da onun yapıtlarında bildiğimiz bir
efsane parçası, ağıt, atasözü, masal unsuru alınmış gibi değil, doğrudan o
yapıtın kendisi gibi durur. Örneğin,
başyapıtlarından biri olan İnce Memed ele alındığında sözlü halk edebiyatının
bir dolu unsurunu bulduğumuz bu yapıtında Yaşar Kemal’in halkbiliminden yararlandığını
mı söylemek doğrudur yoksa halk kültürüne katkısını mı? Bağlamı anımsarsak,
İnce Memed IV’te İnce Memed’in canını
taşıdığı düşüncesiyle, yağız atın başına üç bin lira ödül konur. Bu ödül koyma
işinden sonra, kasaba bir sürü atla dolar.
Yaşar Kemal ironik bir biçimde kasabayı dolduran uyuz, başıboş bu at bolluğunu köylüler uydurduğu destan ve
efsanelerle bağlamına oturtur: “…
Atlarının İnce Memedin atı olduğunu kanıtlayamayan birçok kişi kasabanın içinde
düşünüyor, üfürsen yıkılacak atı üstüne bir masal uyduruyor, kendisine
inanmayanlara veryansın ediyordu. Kasabada at destanlarından, oyunlarından,
türkülerinden, kimisi de, bilmem nerde yakaladığı at üstüne hikayeler
çıkarıyordu, at efsanelerinden, masallarından geçilmiyordu. Masal yüzü görmemiş
kasaba çocukları, köy çocukları gibi masallarla, üstelik de türlü türlü,
işitilmemiş at masallarıyla uykuya varıyorlardı.” (İnce Memed IV,s.207)
Veya aynı
yapıtın başka bir yerinde:
“Bu gömlek
Sultan Selahaddin Eyyubi Han Hazretlerinin gömleğidir. Onunla kafirlere karşı
sayısız savaşlara girmiş sağ salim çıkmıştır. Sultan Selahaddin Hazretleri bu
gömleği kendi eliyle Ocağa armağan etmiş, o gün bu gündür de bu tılsımlı
gömleği Selahaddin Eyyubi Han Hazretlerinden sonra kimse giymemiştir. İşte bundan bir ay kadar önce Sultan Selahaddin
Eyyubi Hazretleri bir gece benim yanıma geldi, yeşil donlara bürünmüştü, elinde
kıpkızıl, iri bir çınar yaprağı tutuyordu, çınar yaprağından kökler uzuyor,
dünyayı dolanıyordu. Gözlerini bana dikti. Ancak Sultan, dedi, sizde benim bir
emanetim var, onun sahibi İnce Memeddir, gömleği ona giydir. Böyle der demez de,
önümden silindi, bir yeşil ışık oldu, çekildi gitti. Ben de senin İnce Memed,
burada olmadığını, ama bir gün gelip nasibini alacağını biliyor, dağalara
dönmeni bekliyordum. Allah yolunu açık, gazanı mübarek, kılıcını keskin etsin.”
(İnce Memed IV, s. 368)
Veya
Kırkgöz Ocağı’nın pirlerinden Anacık
Sultan’ın annesinin cenaze törenini anlatırken başvurduğu söylem: “Dağlardan düzlüğe aşağı sular gümbürdeyerek
akıyor, karlar savuruyordu. Binlerce, kara batmış çıkmış, kardan adam olmuş
insan anasının cenazesine gelmişlerdi. Ölü anası daha herkese sevgi
dağıtıyordu. Başucunda, nereden gelmişse çok uzun saplı bir kocaman mavi çiçek
gelmiş mavi mavi balkıyarak, boynunu bükmüş, orada öyle dikilmiş kalmıştı.
Anası çiçek kokuyordu. Ağıtlar yakıyordu kadınlar. Mezara ak çiçekler
taşıyorlardı. O mavi çiçek yatağın başucundan kalktı yürüdü geldi, köklerini
mezarın başucuna soktu, orada uzun, boynu bükük, mavileri şırlayıp akarak durdu
kaldı, bunu da herkes gördü. O çiçek yıllar yılı hiç solmadan kurumadan, mavisi
gün ışığı gibi şırlayarak aktı. Kurtuluş Savaşına giden on altı pir dönmeyince
çiçek de bir gün tanyerleri ışırken kalktı, mavisini bütün dünyaya yayarak
çekildi gitti. Ancak Sultan bu olayı kendi gözleriyle gördü. O da çiçeğin
ardınca gün ışıyıncaya kadar mavilere batarak gitti. Sonra aşağıdaki büyük, ak
çakıltaşlı pınarda çiçeği yitirdi. Pınarın suları o gün bugündür, bu çiçekten
dolayı som mavi akar. Ak çakıltaşları, yöredeki kayalar da sudaki balıklar da
mavilediler. “ (s. 525)
“Benim
doğduğum köy bir Türkmen köyüydü. Belki de Türkçenin en zengin konuşulduğu
yerdi benim bölgem. Her kadın bir şairdi. Ağıt yakmasını bilmeyen bir kadın ya
deliydi, ya da aptal. Başka türlüsü düşünülemezdi. (…) Sonra köye büyük
destancılar gelirlerdi. Bunlar eski Türkmen destanları anlatırlardı. Bunların
en ünlüleri bizim köye otuz kilometre uzaklıktaki Gebeli köyünden gelen Aşık
Murtaza ve küçük Memetti. Küçük Memet
destanını anlatırken yaşar, bir tiyatro oyuncusu gibi hem anlatır, hem de
oynardı. Sonra başka büyük bir destancıyla tanıştım Güdümen Ahmet. O, adını Köroğlu destanındaki bir kahramandan
almış, kendi öz adı unutulmuş gitmişti.
Çolak Ökkeş, Gavurdağlı Aşık Hacı, başka büyük ozan ve destancılardı.
Gavurdağlı Aşık Hacı Karacaoğlan ve Dadaloğlundan sonra bölgenin en ünlü
ozanıydı.
Ben sekiz
yaşımdan sonra bunlara özenerek köyün çocuklarını başıma toplayarak destan
söylemeye başladım. Sonraları da dinleyicilerim genişledi, büyüklerde beni
dinlemeye başladılar. (Bosgquet, 1993)
Benzer
alıntıları çoğaltmak mümkün. Hatta yukarıdan aşağıya, doğum, düğün, ölüm; mani,
türkü, ağıt, ninni, tekerleme; masal, fıkra, halk hikayesi… Lakaplar,
Hıdırellez, Nevruz gibi özel gün bayramları da dahil olmak üzere Anadolu
coğrafyasına, insana ve insanlığa dair bir dolu folklorik faaliyeti, unsuru
onun yapıtlarında bulabiliriz. Ancak Yaşar Kemal ve folklorculuk, dikkat
edilmesi gereken bir konu. Çok ciddi derlemeler de yapmış; yayın ve edebiyat
dünyasına derlemeleriyle girmiş[3]
kitap boyutunda kazandırdığı ilk çalışma da bu alanın ilki olan Ağıtlar olmuş; Üç
Anadolu Efsanesi, Binboğalar Efsanesi, Ağrı Dağı Efsanesi gibi kitap
isimlerine bakıldığında bile folklorla doğrudan kesişen yapıtlar vermiş, hemen
bütün yapıtlarında gerek arketipler olarak gerekse motifler olarak halkbilimsel
bir dolu malzemeyi taşımış ve tek başına Ağrı
Dağı Efsanesi’nde yer alan “… Tanrı’nın, ağrı Dağının armağanı… Ağrı çiçeği
gibi keskin kokulu, kütür kütür sağlıklı baş döndürücü” Gülbahar’ın Memo ’ya
saçından birkaç tel vermesi ile ‘Bir
bulupta bir yitirdiği’ Ahmet’inin aralarına kılıç koyup öyle yatağa girmesi
motifinin ardına düşerek kadim bir coğrafya halklar bileşiğinin töre ve
tutumlarını irdelemek mümkünken eserlerindeki folklorik gerçekliğe bakarak onu
halkbilimci olarak ne kadar takdim edebiliriz?
Yaşar
Kemal, kadim Anadolu kültürlerinin kaynaklarıyla olan doğal ilişkisinden
beslendiği, dünyanın büyük edebiyat ustalarına, sanatçılarına ve elbette
bunlarla yaratılan geleneğin farkına erken yaşlarda varır. Çok önemli bir
ayrıcalığı da halkbilimiyle formel ilişkisinin olmamasıdır: informel bir
damıtımdır onunkisi. Dünya edebiyatının başeserlerinden Don Kişot’la birlikte o
tarihlerde sınırlı da olsa sosyalizme dair kaynakları okuma tutkusu, Güzin, Arif
ve Abidin Dino’yla tanışıklığı, Baratav, Tecer, Ali Rıza Yalgın gibi halk
kültürü sahasını iyi bilen araştırmacılarla mektuplaşmaları; siyasal
mücadelesinde Mehmet Ali Aybar gibi sosyalizmi Türkiye gerçekliğiyle yorumlayan
birisiyle TİP içerisinde devam etmesinde bu halkçı, kendi
kavramsallaştırmasıyla söylersek, ‘angaje’
yazarlığını anlamak bakımından önemli kaynaklara ulaşmış oluruz.
Yaşar
Kemal'de halk bilimsel duyarlık ne ölçüde var? Bu folklorik zenginlik halk
bilimsel bir bilince mi dayanıyor, yoksa onun toplumcu-gerçekçi çizgisine mi? Yapıtları
ve yaşamı ayrıntılı bir şekilde incelendiğinde ikincisinin daha ağır bastığını
görürüz. Yani, toplumcu-gerçekçi çizgisini, tecrübe edilmiş ‘anlatış
kültürü’yle, görkemli bir hayat bilgisiyle beslemiş, dünyada ve Türkiye'de halk
biliminin ortaya çıkışındaki ve gelişmesindeki felsefeyi, en başından koruyarak ilişki kurduğu (Pertev
Naili Boratav, Ahmet Kutsi Tecer, İlhan Başgöz) kişilerle, derlediği
malzemelere folklorcudan ziyade yaratıcı bir yazar olarak yaklaşımı
folklorculuğun tarihsel zemini olan ve tam da onun yazmaya başladığı dönemde[4]
dozajı iyice yükselen nasyonaliteden uzak tutmuştur. Yaslandığı halkçılık
ideolojisi, Türkiye’de kapitalistleşme sürecinin ortaya çıkardığı mülksüzleşme tehdidine karşı
tepkiden kaynaklanan bir halkçılıktır (Tekeli, 1978:46). Yaratma kültürünün
kaynakları olarak halk kültürünün değeri ve önemini anlayan, o kaynaklara
öykünmeden, geleneğin tutucu ve koruyucu çemberini de kırabilme ustalığını
gösteren az sayıdaki sanatçıdan biri olmak ayrıcalığı, bu tarihsel sürecin
tanıklığı içerisinde sınıfsal tercihiyle sanatsal tercihini buluşturabilmesinde
aramak gerekir. Türkiye’ye özgü tuhaflıklardan pek yaygın olan halk
yaratmalarını ahlak dersi verici
yukarıdan bakmalardan kurtaranların başında tartışmasız akademiyada Pertev
Naili Boratav, İlhan Başgöz, Seyfi Karabaş ve Tahir Alangu öncülük ederken,
bunun geniş bir düzleme yayılmasının
başını da özgün yaratmalarıyla Yaşar Kemal çekmiştir. Çok sınırlı
düzeyde analitik çalışmaların olduğu, yoğun biçimde betimleyici çalışmalarla
halkbilimi uğraşının sürdürüldüğü Türkiye’de, denebilir ki bu değerli
insanların emekleri olmasa folklor eskicil olana hayranlık ve geç kalınmış
milliyetçilik temelinde kof bir tekrardan öte gidemeyecekti.
İlerleyen
yıllarda da toplumcu-gerçekçi duruşuyla daha da belirginleşen sosyalist
kimliğinin işaret ettiği "halk"a ve kültürüne yönelmiştir. Başka bir
deyişle, onun edebi yaratıcılığında "halkbilimi"nin "halk"ı
vardır, ama "bilimi" kısmı yoktur. Köklü sosyal yapı
değişikliklerini, farklı ifade biçimleri deneyerek her yapıtında ayrı bir biçem
ustalığına; olayları yazıldığı gibi algılanmasındansa anlatılabilir bir kurgu
içerisinde ve bireyle birlikte doğayı önceleyen sezişe dayalı psikolojik
anlayışla aktarabilme ayrıcalığı onun yapıtlarını üstün ve farklı kılar. Bunu,
özellikle de halkbiliminin ‘bilim’ olan paradigmasından bakınca daha iyi görürüz.
Yaşar Kemal bilimin ‘sağlam yolundan’ ayrıldığı, Tahir Alangu’nun (Alangu, 1983:101) dikkat
çektiği üzere, halkın taklit eden, örneğe göre yapan, örneğe göre söyleyen,
örneğe göre düşünen sınırlayıcı dünyasından, yaratıcı bir yazarın dönüştüren,
bozan, aykırı olanı seslendiren kişiliğini oturttuğu için farklıdır. Çünkü yüzlerce, binlerce halk bilimci var ama
Yaşar Kemal bir tane. Ayrıca halk bilimi, öyle ya da böyle bir bilim disiplini
olduğu için, formel olanın bütün şekillendirici darlıklarını mecburi kılar.
Disiplinin çizdiği çerçevede, zaman zaman disiplinlerarasılık bağlamında başka
disiplinlerle dirsek teması kurmak dışında, o çerçeve içinde sıkıştırır
halkbilimciyi. Yaşar Kemal, halkbilimci yönünü belirginleştirseydi Yaşar Kemal
olamazdı. Türkiye edebiyatında folklora
ciddi anlamda yaslanan, oradan beslenen derlemeleri, araştırmalarıyla bu alana
katkıda bulunan başka başka edebiyat insanları da var. Ancak, geleneğe yaslanmayla yaratıcı bir
edebiyat insanı olmak arasında ciddi farklılıklar vardır. Yaşar Kemal bir
sabitleyici olarak değil, bir anlamlandırmacı olarak bunu başarmıştır. Sonuç
olarak, Yaşar Kemal'in halk bilimci kimliğini daha çok toplumcu-gerçekçiliği
üzerinden anlamak daha sağlıklı durmaktadır. Yaslandığı tarihsel gerçeklikle
kültürel birikimin farkına erken dönemde varan, estetik sanatsal bakışını
şekillendirmekte yaslandığı sosyalizmle ilişkisindeki algılamanın hem kişisel
deneyimi hem de edebiyat yapıtlarıyla bir hayat bilgisi zenginliğine
dönüşmesinin de yabana atılamayacak katkısı vardır. Kendi gerçekliğini çok net
gören bir yazardır Yaşar Kemal: Çokurova’yı anlatma mecburiyeti böyle bir
gerçekliktir. “… Ben gökyüzünden yere inmedim ki, Çukurova’da, bir köyde
doğdum, bir kasabayı, bir şehir, bir toprak parçasının doğasını yaşadım.
Akdenizi, Torosları yaşadım. Kafka bir bürokrat takımı içinde yaşamasaydı
Davayı, Şatoyu yazabilir miydi. Bir Yahudi olmasaydı, o kurşun geçirmez
karanlık onun ülkesi olabilir miydi? Dostoyevski Petrogardı, Sibiryayı
yaşamasaydı, oradaki insanları yaşamasaydı, insan psikolojisini böylesine
sağlıklı, derinlemesine verebilir miydi?” (Kemal, 1993:137) Bu hayat bilgisi zenginliğine, bu her bir
yapıtında ayrı yetkinliğe ulaşan poetik dil çeşitliliğine destancılıkla başladığı ‘Kör Kemal’ olarak
sürdürdüğü aşıklığının da büyük payı olduğu gibi, Savrun suyunun takibinden,
Fransız şirketindeki havagazı sayacı kontrollüğüne, traktör sürücülüğünden, röportaj
yazarı olarak ülkeyi bir baştan bir başa dolaşması yanında doğadan
gelen hayatı sorgulama yeteneği ile güçlü kişiliğinin Ramazanoğlu Kitaplığında dünya klasikleri ile
tanışmasıyla zenginlik kazanan düşünsel birikiminin de rolü büyüktür.
Dolayısıyla da temelde nasyonalizme dayanan folklorculuğun, Yaşar Kemal'de
görülmeyişinin nedeni folkloru temsiliyetsiz ve teslimiyetsiz uğraş olarak
seçmesidir. Yaşar Kemal’in bu bağlamdan ürettikleri, Pertev Naili Boratav’la
belli bir nitelik kazanan bilimsel halkbilim çalışmalarının sığ ve ırkçı bir
tavırla kesintiye uğratılmasıyla birlikte, üniversite çevrelerinde ve kamuda folklora dair çalışmaların
şekillendiği düzlem romantik paradigmanın daraltıcı kulvarından çıkamamıştır.
Ne var ki bir kısmı Halkevleri geleneğinden gelen ama bir kısmı yeni derneklerde buluşan bir kısmı ise üniversite kulüpleri (Boğaziçi, ODTÜ) aracılığıyla özenci bir
tavır içerisinde bu çalışmalara katkı koyanların halkçı tavırlarının şekillenmesinde, onun
yaratıcılığının küçümsenmeyecek payının olduğunu düşünüyorum. Çünkü onun her
bir yapıtı bu coğrafyanın çoksesli kültürel zenginliğinin damıtılmış
anıtlarıdır. Onun yapıtlarıyla tanışanların, bütün dayatmalara, resmi söylem ve
özerk olmayan akademiyanın, iktidar tarafından şekillendirici müfredatlarına
karşı o paradigmayı kırıcı bir işlev üstlenmiştir. Söylenebilirse, folklorculuğu
ile ilgili en somut gösterge budur. Sözcükleri kendisinden ödünç alarak
yinelersem: Yaşar Kemal ‘daldan eğme’, yani çıraklıktan yetişme bir folklorcu
değil, ‘o kökten sürme’ mecbur bir anlatıcıdır.
Kaynakça
ALANGU,
Tahir (1983). Türkiye Folkloru Elkitabı,
İstanbul: Adam Yayınları.
ANDAÇ,
Feridun (2003). Yaşar Kemal’in
Sözcüklerinde Yaşamak, İstanbul: Dünya Kitaplar.
ANDAÇ,
Feridun (2016). Yaşar Kemal Bir Ömür
Edebiyat, İstanbul: Eksik Parça Yayınları.
BAŞGÖZ,
İlhan (1998). “Türkiye’de Halk Bilimi Çalışmaları ve Milliyetçilik”, folklor/edebiyat, cilt: 4 sayı:14.
BILLIG,
Michael (2002). Banal Milliyetçilik,
İstanbul: Gelenek Yayıncılık.
BROOKS,
Peter(2004). Psikanaliz ve Hikaye
Anlatıcılığı, Çev.: Hivren Demir-Atay, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi
Yayınları.
DİNO,
Abidin (1979). “Yaşar Kemal Bir Uzun Yürüyüştür Sevgi Dolu”, Milliyet Sanat Dergisi, 5 Şubat.
GORBATKİNA,
Galina (1980). “Yaşar Kemal ve Folklor” Sovyet
Türkologlarının Türk Edebiyatı İncelemeleri içinde, Türkçesi: Tatyana
Moran-Yurdanur Salman, İstanbul: Cem Yayınevi.
ÖZ,
Erdal (1977). “Arkadaşımız Erdal Öz’in Yaşar Kemal’le Uzun Bir Söyleşisi”, Türkiye Yazıları Dergisi, Sayı:6,
Eylül.
ÖZTÜRKMEN,
Arzu (1998). Türkiye’de Folklor ve
Milliyetçilik, İstanbul: İletişim Yayınları.
KEMAL,
Yaşar (1987). Sarı Defeterdekiler,
Haz.: Alpay Kabacalı, İstanbul : Yapı Kredi Yayınları.
YILDIRIM,
Dursun (1998). "Türkiye'de Folklor Araştırmalarının Gelişme
Devreleri", Türk Bitiği:
Araştırma/İnceleme Yazıları içinde, Ankara: Akçağ Yayınları.
KEMAL, Yaşar (2002). Baldaki Tuz, 4. Basım,
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
KEMAL, Yaşar (1993). Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor Alain
Bosgquet’nin Yaşar Kemal’le Konuşmaları, İstanbul: Toros Yayınları.
KEMAL,
Yaşar (2004). Ustadır Arı, İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları.
TEKELİ,
İlhan, ŞAYLAN, Gencay (1978). “Türkiye’de Halkçılık İdeolojisinin Evrimi”, Toplum ve Bilim, Sayı: 5.
UTURGAURİ,
Svetlana (1989). Türk Edebiyatı Üzerine,
İstanbul: Cem Yayınevi.
[1] Folklor Araştırmacıları Vakfı Başkanı,
metturan@gmail.com
[2] Bu
derleme çalışmalarına Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte hazırladıkları Gökyüzü Mavi Kaldı, Toros Yayınları,
İstanbul:1990’ı da eklemek gerekir. Bütün bunlara toplu olarak bakılıp,
tutuklamalar, göçler, dolayısıyla
kaybolanlar da dikkate alındığında, Yaşar Kemal derlemelerinin ciddi bir
külliyat oluşturduğu görülür. Bu konuda daha ayrıntılı bir yazı için Bkz.
Ramazan Çiftlikçi, “Yaşar Kemal’in Halkbilimi Derleme ve Araştırmaları”, folklor/edebiyat, cilt:1, sayı:2, Şubat 1995.
[3]
1939-1940’da Kemal Sadık Göğceli olarak Türksözü,
Yeni Adana, Vakit, Varlık, Ülkü, Kovan,
Beşpınar, Millet ve Çığ dergilerinde
ilk şiirlerini yayımlayan Yaşar Kemal, ilk derlemesi olan “Çifteçapa Manileri”ni
1941 yılında adana Halkevi dergisi Görüşler’de,
“Karacaoğlan’dan Yeni Koşmalar” ise yine aynı yıl Varlık’ta yayımlanır. Derleme çalışmalarına başlama serüvenini ve
karşılaştığı güçlükleri şöyle anlatır: “On altı yaşlarında iken folklor
çalışmalarına başladım. Şiir yazma maceram çok küçük yaşlarda başladı. Şiirden
folklora geçtim. Ahmet Kutsi Tecer, Pertev Naili Boratav’la bu yıllarda
mektuplaşıyordum. Halk ürünlerini derleme üstüne bilgilerim oluşmuştu. İlkin
yayınlanmamış Karacaoğlan türkülerini derliyordum. Bu derlemelerde çok ilginç
durumlarla karşılaştım. Örneğin, Çukurova’da Karacaoğlan’ın diye bir şiir
derliyordum, birkaç gün sonra o şiir ya başka bir Karacaoğlan’ın şiiri diye
karşıma çıkıyor, ya da başak bir şairin şiiri olarak… O yıllarda Çukurova’da Karacaoğlan’ın şiiri
diye epeyce Pir Sultan, Ruhsati, Kul Halil şiiri karşıma çıktı. Bir tanesini de
Karacaoğlan’ın diye yayınladım. Sonra baktım ki, bu şiir Ruhsati’ninmiş. Bir
başka şiir derlemiştim Osmaniye’nin Bahçe köyünden, birkaç gün sonra o şiir
Gavurdağlı Aşık Hacı’nın şiiri olarak karşıma çıktı. Sonra düşündüm ki, hiç
ağıt, tekerleme derlenmemiş. Çukurova’da tekerlemeye sayıştırma derler. Ben de
ağıtları, tekerlemeleri derlemeye başladım.” (Kemal, Yaşar (2000). “Ağıtlar
Üstüne Söyleşi”, Ustadır Arı.
İstanbul: Adam Yayınları.)
[4]
İkinci Dünya Savşı’na doğru, önce
Almanya’da, daha sonra onun yörüngesine giren Orta Avrupa ülkelerinin
bazılarındaki faşizme yönelen rejimlerde, halkbilgisinin aşırı uçlara doğru
çekildiğini, ırkçı esaslara bağlanmak istenen yeni bir halkbilgisi hareketinin
başladığını görüyoruz. NSDAP (National Sozialistische Deutsche Arbeitspartei)
üyelerinin eğitilmesi amacıyla açılan Nasyonal Sosyalist eğitim ve öğretim
kurumları için bu konuda özel kitaplar ve broşürler hazırlandığını görüyoruz.
(Alangu, 1983:48) “Hem Halkevlerinin, hem de Pertev Naili Boratav’ın
öncülüğünde kurulmasına çalışılan folklor kürsüsünün kapatılmasına neden olan dinamikler
aynı tarihsel konjonktür içinde gelişirler. Gelişmeler, ikinci Dünya Savaşı
yıllarına rastlayan çok partili düzene geçiş sürecinin bir ürünüdür. Uğur
Mumcu’nun “40’larm Cadı Kazanı” olarak adlandırdığı bu dönemde hem CHP’nin yeni
kurulan DP ile girdiği rekabet, hem de savaş ideolojilerinin Türkiye’deki
dışavurumları belirleyici olurlar. Bütün bunların arasında, Boratav davası,
kronolojik olarak durduğu nokta itibarıyla, Türkiye’de folklor araştırmalarının
gelişim sürecinde negatif anlamıyla tam bir dönüm noktası oluşturur. Boratav’ın
öncülüğünde daha da gelişmesi beklenen bu folklor kürsüsünün, (…) kapatılması,
Türkiye’de folklor araştırmalarının gelişimini bambaşka yerlere sıçrattı.
Bunlardan ilki, daha çok devlet güdümünde olan folklor araştırmacılığı, diğeri
ise folklorun halk oyunları etrafında gelişen sahnelenmesi, “gösterimiydi.’’
Pertev Naili Boratav’ın açmaya ve yaşatmaya çalıştığı folklor kürsüsünün
hikayesi, hem bir önceki Halkevleri deneyimini hem de daha sonraki
devlet-merkezcil folklor araştırmalarını ve halk oyunlarının hızlı gelişimini
anlamak bakımından anahtar vazifesi görür.” (Öztürkmen, 1998:140-141)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder