6 Temmuz 2009 Pazartesi

Bir Mecbur Anlatıcı: Yaşar Kemal

Romantik Tarihçilikten Halkçı Folklorculuğa
Bir  Mecbur  Anlatıcı: Yaşar Kemal




Metin Turan[1]




Milliyetçi Eksen
Folklorun, sadece  Türkiye’de değil, sistemli  ilk çalışmaların yapıldığı Batılı ülkeler (Almanya, İtalya, Danimarka, İngiltere, İsviçre vb.) tarihine bakıldığında, hemen bütün bu coğrafyalarda da nasyonal/ milliyetçi bir zemin üzerine inşa edilegeldiği görülür. Bu ideolojik zemin Sovyetler Birliği döneminde  bu kez ‘karşı milliyetçilik’ düzleminde yeni uluslar icat etmek olarak yeniden nasyonalist işlevine büründürülmüş olarak çıkar karşımıza. Tartışacağım bunlar değil. Ancak,  yazma serüveni derlemeyle başlamış öncesinde ise destan, deyiş, ağıt ‘söylemiş’ bir büyük yazarın aydın kimliğini akılda tutarak işaret etmek istediğim,  yaratıcılığının sanatsal edebi olduğu denli düşünsel anlamda da karşılık bulduğu izi sürmektir. Buraya varabilmek için de çok genel hatlarıyla onun da yetişmesinde işlev taşıyan, Türkiye’de milliyetçilik ve halkçılığın yaygınlaşmasında rol oynamış Halkevleri gibi kurumların da düşünsel arka planını oluşturan tarihi kimi olgulara değinmek gerekliliğini duyuyorum.
Folkoru milliyetçilik ekseninde sistemleştiren Alman geleneği olmuştur. Almanya'da folklor disiplini, Herder'in ortaya koyduğu "romantik milliyetçilik" bağlamında gelişmiş ve Alman millî kimliğinin inşasına ciddi anlamda katkıda bulunmuştur. Başta, değişik kantonlardan oluşan Almanya’yı Nationalgeisti (ulusal ruhu) potasında bütünleştirmeyi amaçlayan  bütüncül Alman ulusu yaratma kaygısının aktörlerinden olarak masallar üzerinden bu uğraşa girişen Grimm Kardeşler olmak üzere diğer folklor derlemecilerine de Herder'in fikirleri âdeta yol gösterici olmuştur. Avrupa'da Almanya'nın gerçekleştirdiği folklordan yararlanarak millî kimliğin inşası atılımını, XIX. yy.da İskandinav ve Slav milletleri de uygulayacak, bu türden ‘uyanış’lara henüz kapı aralamak istemeyen Osmanlı coğrafyasına ise ‘milliyetçilik’ yağmuru 19. Yüzyılın başında damlamaya başlayacaktır. Bu bakımdan, 19. yüzyıl bu kesişimin en önemli dönemecini oluşturur.
Osmanlı aydınlarının gündemine ‘dil’, ‘millet’, ‘vatan’ ve ‘medeniyet’ kavramlarıyla eşzamanlı olarak (Öztürkmen, 1998:19) giren folklor  özellikle 19. Yüzyılla birlikte yeniden şekillenen dünya haritası içerisinde her yeni rejim ve ülkenin  resmi söylem kurgulamalarında  başvurdukları ilk kaynak olmak  bakımından ciddi bir önem taşır. Türk  milliyetçiliğinin esaslarını yazan ve bu konuda küçümsenmeyecek bir mesai harcayan Ziya Göklap’ın  folklor konusundaki görüşlerinin şekillenmesinde de Herder’in  Alman millî kimliğinin inşasında "dil"e dayalı "folklor" malzemelerini kullanmış olma düşüncesi etkili olmuştur. Gökalp ve kuşağı Osmanlı aydınları bu gerçekliğin doğrudan tanığı durumundadırlar ve karşılığını XIX. yy.da henüz Osmanlı toprağı olan Balkanlarda Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar ve Arnavutlar’ın aynı yolu izleyerek birer birer bağımsızlıklarını kazanmalarıyla görmüşlerdir. Daha sonra Türk ulusu yaratma  çabasının bütün kaygılarını duyan Mustafa Kemal’in de erken dönemde ayrımına vardığı realite folklor araştırmalarının  işlevi gerçeğidir: “Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki akvâm-ı muhtelife [=çeşitli kavimler] hep millî âbidelere sarılarak, milliyet mefkûresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu, sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimiz zaafa uğradığı anda bizi tahkîr, tezlîl ettiler. Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış." (Akt. Yıldırım 1998: 47).
1839 Tanzimat reformları edebiyatta işlevsel bir değişime yol açarken, halkın dilini kullanarak, anlaşılır bir Türkçe ile edebiyat yaratmak, böylece söylemek istediklerini daha çok okuyucuya anlatmak isteği Tanzimat yazarlarını halk edebiyatı ile ilgilenmeye götürdü (Başgöz, 1998:24). Bu izdüşüm,  özellikle 20. Yüzyılın başlarında bir yandan folklor kavramına ilişkin (Rıza Tevfik, Köprülü, Gökalp, Selim Sırrı, Yusuf Akçura) saptamaları gündeme taşırken bir yandan da ‘millet’ oluşturma ve   bir milli edebiyat yaratma zeminini oluşturmaya tahvil edilmektedir.
Yukarıda andığım isimlerden Rıza Tevfik dışta tutulursa, diğerleri, özellikle Ziya Gökalp, Köprülü ve Akçura bir yandan parlamentoda siyasi aktör olarak görev üstlenmişler ama aynı zamanda Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu gibi cumhuriyet Türkiyesinin düşünsel olduğu denli siyasal hayatının şekillenmesinde de bu aktörler ve başında yer aldıkları kuruluşlar belirleyici olmuştur. Türk Dil Kurumu ve Tarih Kurumu’na Halkevlerini de eklediğimizde Türk siyasal hayatının olduğu denli kültür hayatının önemli adlarının bu cemiyetlerden geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz ki söz konusu her üç kurumun da ortak faaliyetlerinden birisini folklor çalışmaları oluşturmaktadır. Bunlara elbette bir de 1912 yılında kurulan ve 1931 yılında kapatılan Türk Ocaklarını, 1927 yılında kurulan 1932 yılında da Halkevlerine dahil edilen  Türk Halk Bilgisi Derneği’ni eklemek gerekir. Söz konusu bu kuruluşların hemen hepsinin kuruluş hikayesinde bizzat kurucularının aktarımlarına bakıldığında ‘romantik’  bir anlayışın belirgin yansımasını görmüş oluruz.
Türk Halk Bilgisi Derneği Halk Bilgisi Mecmuası'nın yanısıra, halkı folklor eserlerine ısındırma amacıyla iki yayın daha sunar: Bunlardan ilki, çeşitli halk şairlerinden derlenen koşma, destan, ağıt, nefes gibi sözlü edebiyat türlerinin yer aldığı Seçme Halk Şiirleri adlı bir kitap, diğeri ise Faruk Nafiz Çamlıbel, Ömer Bedrettin Uşaklı, K.Kami Kamu gibi şairlerin eserlerinden seçilerek hazırlanan Seçme Memleket Şiirleri’dir.  Sözkonusu bu  gelişim yeni ulus-devletin kurumsal, folklor  temelinden şekillenen edebiyat anlayışının işlevsel ve düşünsel yapısını anlamak  bakımından önemli dayanaklardır.



‘Angaje’ Yazarlık, Yaşar Kemal ve Folklor
Yaşar Kemal’in,  folklorla ilişkisi bu kurumların ve araya milli edebiyat olarak sığışan ve Osmanlı Türkçü geleneğin  oluşturulmasında rol üstlenmiş (Ömer Seyfettin, Mehmet Emin, Halide Edip) adlar etrafında ve nihayetinde folklorla temaslarıyla ‘millilik’ hissiyatını besleyecek kültürel numuneleri bulma romantizminin akarında buluşur.  1940’lı yıllarda Pertev Naili Boratav’ın bilimsel bir disiplin halinde üniversite bünyesinde folklorla ilgili –ki daha çok halk edebiyatı eksenli çalışmalardır bunlar– çalışmalarının ırkçı-Turancıların, rutin sözcüklerle kendini ifade etmeyi deneyen Michael Billig’in altını çizdiği ‘Banal Milliyetçilik’ ikliminde, yirmi yaşındaki Kemal Sadık Göğceli somut bir örnekle  halk edebiyatının özgün ve önemli bir türü olan Ağıtlar’ı (1943) yayın dünyasına kazandırır. Bu kitabın yayımlanışı ‘gürültü’ koparmasa da tutkulu ve saldırgan milliyetçi ve buna mukaddesatçı yönelimi de ekleyerek söylersek tıpkı  Köy Enstitülülerinden yetişen ‘baldırı çıplakların’ önce öğretmen o yetmezmiş gibi 1950’lerden başlayarak da yazma eyleminin içerisinde olmaları gibi,  hakim ideolojiyi ürkütür. Polis, jandarma baskısı, karakolla tanışmalar, linç kampanyaları… Abidin Dino bu süreci şöyle açıklıyor: “Hayrola, neden başı derde girdi (daha doğrusu ayakları) diyebilirsiniz belki… Ayrıntıların önemi yok, başak türlü olamazdı sadece. Evet, işin kökeninde sınıfsal baskı yatıyordu. ‘Ayak takımından bir köylü parçası’, köylüler namına konuşup yazmaya kalkışıyordu, falakalara, ‘çifte ay’lı dosyalara yeter de artar da böylesi bir çıkış…” (Dino, 1979) Türk sanatsal anlatım biçiminin folklor ve edebiyat alanında işbirliğini, çağdaş edebiyatın özel görünümünü oluşturduğunun altını çizen ve gerek Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı (1967), Kemal Bilbaşar’ın Cemo (1966) ve  Memo’sunun (1969) yaratılışlarını folklora borçlu olduklarını söyleyen Rus Türkolog Svetlana Uturgauri, çağdaş Tük edebiyatının folklorla olan ilintisinde Yaşar Kemal gibi ilerici yazarların iktidarla olan çatışmadaki sınıfsal konumlarını ve gerçekliği en iyi farkedenlerden biridir. Onun Yaşar Kemal’in folklorla olan ilişkisini irdelerken düştüğü not, bu bağlamda çok önemlidir: “Halkın siyasi düşünceyi, yeteneği ve tarihsel özellikleri anlamasına yarayan söz sanatını edebiyatlarının içine yerleştirmişlerdir.” (Uturgauri,  1989:120) Bu hikayeyi aktarmam  nedeni şu: Türkiye’de ‘milli’ ve o eksende ‘halkçı’ edebiyat geleneğinin yukardan, yani siyasal erkin edebiyatçı prototipinde istendik rolü yaratma gayretinin yaslandığı tarihsel zemini görmek, bu zemin üzerinden halkçı tavrını   sosyalist dünya görüşüyle üretimsel zemine oturtan Yaşar Kemal gayretinin ayrımına varabilmek içindir. Halkevleri, onun da yetiştiği ve dolayısıyla da ilk kitabının aynı zamanda alanının da bir ilki olan Ağıtlar (Adana Halkevi Yayını, 1943)’ın da yayımcısı olduğu kuruluştur. Ayrıca bir kısmı daha sonra Alpay Kabacalı tarafından kitaplaştırılan (Gül Yaprağın’ Döktü Bugün ve Sarı Defterdekiler Folklor Derlemeleri, YKY 1997) ağıtların da  zamanında Türk Dil Kurumu’na verilmiş olduğu anımsanırsa[2],  çağımızın bir büyük yazarının Türkiye cumhuriyetinin şekillenmesinde, organik olmasa da kurumsal rol oynamış  merkezlerle ilişkisini görmüş oluruz. Bütün bunların tek başına  Yaşar Kemal yaratıcılığına sebep olduğu söylenemez ama Yaşar Kemal eylem ve edimlerinin söz konusu kurumlarla birlikte şekillenen ‘romantik’ tarih anlayışı karşısında, halkçı folklorculuğa  ciddi katkısının olduğunu söylemek mümkündür. Özellikle 1970’li yıllarda bir yandan edebiyatçı kimlikleri bir yandan da folklor derlemeleriyle sahaya giren Ümit Kaftancıoğlu, Osman Şahin, Ozan Telli gibi adların çizgisinin ilerici, halkçı damarının da Yaşar Kemalle şekillenen geleneğin oluşturduğunu unutmamak gerekir.

Dinamik Folkor Anlayışı ve Yaşar Kemal
Başka başka (örneğin Baldaki Tuz adlı  denemeler kitabında toplanan 1960 yılında yazdığı Kültür, Halk ve Sanat, Kültür Sömürücülüğü, vb.) yazılarında olduğu gibi 1966 yılında  Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nun düzenlediği  IX. Uluslararası Kültür Şenliğinin açılışında yaptığı ‘Folklor Üzerine’ başlıklı konuşmasının çerçevesini de  folklorun insanlık kültürünün temel direklerinden biri olarak görme ve felsefe gibi, başka sanat dalları gibi folklorun da farkına varılması gereken bir unsur olduğu üzerinde durur. Burada dikkat çeken önemli hususlardan biri de, Yaşar Kemal’in ta başından beri  bir halkbilimci olarak değil,  yaratıcı bir sanatçı olarak folklorun dinamik bir yapıya sahip olduğu konusundaki bilinçli tavrıdır. Gelenek gibi statik bir bağlanmaya yaslananlardan olmaz ve  “Folklor eserleri insanların yüzbinlerce yıldan bu yana elbirliğiyle yaratıp, işleyip geliştirdikleri, halkların, toplumların elden ele, halktan halka aktardıkları, yaşayan, yaşamakta devam edecek eserleridir.” (Kemal, 2002:149) vurgulamasını yapar. 1977 yılında, Erdal Öz’ün sorularına verdiği yanıtta da bu yargısını pekiştirdiğini görürüz: “… Şimdi bak, ben folkloru, yaşayan bir şey olarak kabul ediyorum. Folkloru, ölü bir araç gereç yığını olarak görmüyorum.” (Öz, 1977)
Cemal Süreya’nın 1956 yılında dile getirdiği ‘Folklor Şiire Düşman’ çıkışını,   en iyi anlayanlardan biri Yaşar Kemal olmuştur. Tartışma neredeyse her on yılda bir yinelenerek bugüne taşınsa da tam tamına yarım yüzyıllık bir tartışmanın oturduğu zemin, tam da Yaşar Kemal’in yanıtında karşılığını bulmuştur: “… Gerçeği şu, ki, birtakım insanlar folkloru şiire düşman kılmışlardı. Halk kültürünü, halk anlatımını, yani masallardaki, destanlardaki anlatımı, halk şiirini, öteki halk ürünlerini özümsemek yerine onlara öykündüler. Bu dehşet bir moda oldu, ortalığı kastı kavurdu. Bu öykünüler ulusal edebiyat, ulusal kültür oldu. Oysa hemen hiçbir değeri olmayan öykünülerdi bunlar. O zengin dilden anlatımlardan hiçbir şey yoktu bu öykünülerde. Devlet de bunları destekliyordu. Yıllarca birtakım şairler Karacaoğlan, Yunus Dadaloğlu gibi yazmaya özendiler. Öykünü onların, yetenekleri varsa bile, yeteneklerini yedi.  Bunları da gören başka şairler, bu öykünüleri şiir, hikaye, masal saymayan yazın erleri kabahati folklora yüklediler. Ve folklor şiirin düşmanıdır, diyebildiler. Yani halk kültürü edebiyatın düşmanıdır demeye getirdiler. Hakları var mıydı, yok muydu bu bir araştırma konusudur. O günün havasının sorunudur.” (Kemal, 1991:149)

Romantik İklimden Sınıfsal Tercihe
Yaşar Kemal, romantik tarihçiliğin şekillendirdiği  ve bu anlayışın öyle kısa da sürmediği siyasal bir kültüre doğdu. Yazarlık serüvenini kuşatan entelektüel ve aydın kimliği bu siyasal iklim içerisinde şekillendi. Resmi ideolojinin bir tektipleştirme politikası içerisinde, çoğulculuk ve çok seslilikten uzak, bireyi  öğüten sistemi içerisinde bütün erdemiyle birey olabilmeyi başararak savunageldiği ‘hakça bölüşmenin’ dünya görüşü olan sosyalizme olan içten bağlılığıyla mücadele etti. Yazarlığı tıpkı hayatı gibi eylem merkezli  sahici halkçılığa yaslandığı içindir ki folklorla olan bağıntısında öncülleri, örneğin  ‘memleket şairleri’ veya  kuşaktaşı  kimi esinlenmeciler gibi olmadı. Köroğlu halk hikayesini anlatırken de kendi yaratıcı damgasını vurmayı başardı, Deniz Küstü’yü yazarken de. Bütün bu geleneğe dair yapıtlarda (Üç Anadolu Efsanesi, Ağrı Dağı Efsanesi, Binboğalar Efsanesi, Yılanı Öldürseler,  Filler Sultanı) anlatmak ile yazmak edimlerini bütünleştiren  bireyin çatışmacı karakterini, teslim olmayan yanını, yani ancak bir romanın edebi atmosferinde anlatıcının tercümanı olabilecek metinleri türetti.    
Yeniden Uturgauri’nin görüşlerine başvuracak olursak: “Yaşar Kemal adları geçen iki yazardan da (Kemal Tahir ve Kemal Bilbaşar’ı kastederek, M.T.) farklıdır. Ona folklorla ilişki kurduran kendi sanatçı dünyasının içyapısıdır. Gerçeği kendince bilinçlendirerek algılaması, yaratıcılık yeteneğinin kendine özgü şiirsellikle birleşerek onu folklora yöneltmesidir.” (Uturgauri, 1989:122) Başka bir Sovyet Türkolog Galina Gorbatkina’nın  saptamalarını da anmak isterim: “… Yaşar kemalde geleneksel folklor tiplerinin (Leyla) ve yerleşmiş sıfatların (sırma) kullanıldığını görüyoruz. Ama Sofinin konuşması gene de üzerimizde kalıplaşmış ve gelenekleşmiş bir konuşma etkisi bırakmıyor. Bunun sebebi nedir? Sofinin böyle konuşmasının nedeni şudur: Yazar, folklordaki kişileri ve yöntemleri  kendine özgü yöntemlerle birleştiriyor. Öyle ki, bu konudaki alıntının ikinci yarısında So      fi, genç kızın güzelliğinden değil, onun ruhsal durumundan, aşkından ve mutsuzluğundan söz ediyor. Ama bunu ancak, Yaşar Kemal gibi usta bir psikolog, üslubu hiç bozmadan, doğal bir biçimde yapabilir.” (Gorbatkina, 1980:251-252)  Yaşar Kemal’in  halk yaratıcılığına ilişkin edimi, sıklıkla vurguladığı gibi  bu kültürü yaratanların içerisinde olmasıyla ilgili. Onun yapıtlarında dilini ve üslubunu oluşturan yaratmalarla ilgili keyfi, muğlak ve zorlama bir gerçeklik arayışı yoktur. Romanlarında destan ve masal öğeleri kullanımını, Dostoyevski ve Gogol adlarını anarak anlatır.  Alain Bosgquet’in sorularına verdiği yanıtta açıkça söyledi gibi: “Bir miti bir kişi, bir toplum hangi koşullarda yaratıyor, o kişileri tanıdım, o toplumların içinde bulundum. Söylediğinizi en çok uyguladığım romanım da Dağın Öte Yüzü üçlüsünün ikinci kitabı olan Yer Demir Gök Bakır’dır. Orada, mit yaratılması anlatılırken eski ozanlardan, yaratılmış mitlerden bol bol faydalandım. Araya ya bir ozan, ya kör bir ozan, bilge bir ozan koydum. Bu romanın akışını biraz kestiyse de, aldırmadım, söylemek istediklerimi bu hikayeciler, anlatıcılar, ya da benim anlattığım hikayeler güçlendiriyordu” (Kemal, 1993: s.191).
 “Anlatmak asla masum bir eylem değildir ve bir başka anlatıyı çerçeveleyen bir anlatı, yazara, hikayelemenin sonuçlarını sergileme olanağı sağlar. Şüphesiz bu durum, okura, anlatılan hikayenin onun hayatını da etkileyebileceği, hatta etkilemesi gerektiği sinyalini gönderir: Edebiyat hiçbir sonucu olmayan yersiz bir etkinlik değildir.” (Brooks, 2014:89). Buraya  Yaşar Kemal’in sözlü gelenekteki anlatıcı rolüyle hikayeler eklemesini, “Bir birikime başka bir birikimle sahip çıkıyor.” (Andaç, 2003:289) olmasını yada Altan Gökalp’in mitos gelenek ile epos gelenek arasındaki farkı işaret ederek belirttiği, onun romanlarında  epik tür ile mitik tür birbirine karışıyor (Andaç, 2003: 293) saptamasını eklersek, ‘hikayesi’nin düzlemini daha net anlamış oluruz. Yaşar Kemal,  sıklıkla kendisinin ‘angaje’ bir yazar olduğunu vurgular ve bu angajeliğini barıştan yana olmak, savaş karşıtı olmak, sömürünün, haksızlığın karşısında durmak, hakkı olanla hakça bölüşmek  olarak ifadelendirir.  Anlatıcı olarak mecburluğu burada yatar.

Kültürel Kırılma ve Kesişmelerin Odağında Bir Yazar
Yaşar Kemal’in,  yaratıcılığına ilişkin ipuçları ve saptamaları düşünsel yazılarında, söyleşilerinde kolaylıkla bulabiliriz. Onu, çağdaşlarından farklı kılan temel özelliklerden biri, farklı kültürel coğrafyaların hem kırılma hem de kesişme noktalarında bulunmuş olmasından geliyor. Kırılma diyorum, zira Kürt coğrafyasından, feodal bağları güçlü ve kalabalık köklü bir  aileden Van’dan zorlu bir göç serüveniyle geliyor; Çukurova’da Türkmen aşiretlerin bulunduğu bir köyde büyüyüp, yetişiyor. Kırılma diyorum, çünkü  1900’lü yılların başından başlayarak, onun hayatının bütün evrelerinde  - bir Mustafa Kemal dönemini ayrı tutar- ulus-devlet yaratmanın ideolojik atmosferinde  bu coğrafyanın gerçekleriyle bağdaşmayan ardışık bir dolu tekilleştirici, buyurgan kültürü egemenleştirici uygulamayla yüzyüze kalır. Keskin kırılma ve dönüşümlerin, özellikle de doğadaki dönüşümlerin tanığıdır ve bütün bunlar onun yaratma gücünü sergilemesinde acısı olduğu denli, ayrıcalığı da olur. Doğanın geleneklerden daha hızlı değiştiği gerçeğini yaşar (Andaç, 2016:78). Bütün bunların farkına varabilen kendisinin haklı olarak altını çizerek söylediği gibi bir iki sosyal bilimci dışında tek romancıdır.  Anlatma, yani hikaye etme bir tecrübe alışverişi olduğu gibi yapıtlarının önemli bir bölümünde temel izlek olan ölüm karşısında, kan karşısında dirimsel tutunmadır da. Yazınsal bir yapıtın yapısına böylesi bir tecrübe, tıpkı Kimsecik üçlemesinde özellikle Kanın Sesi’nde Mustafa’nın, Deniz Küstü’de Zeynel Çelik’in korkuyla sınavı olarak yerleşir.  Her tecrübe hayata dair bir savunma olarak şekillenir. Gelenekte korkmaz bir karakter olarak mitleştirilen Köroğlu’nda da öyle yapar: Yusuf’un oğlu  Ruşen de korkunun kahramanıdır. Korku bir savunmadır Yaşar Kemal yapıtlarında; bunun psikolojisini en iyi bilenlerden biridir. Kendi hayat hikayesine dair anlattıklarında bütün ayrıntılarıyla bunun ipuçlarını verir.  Kahramanlarının bir bölümünü, örneğin başyapıtlarından İnce Memed’i mecbur insan sayar. Böyle mecbur insanları çoktur onun.  Kendisi de öyle: Mecbur bir anlatıcıdır.   Bu  mecbur anlatıcının bir de bilen yanı vardır. Bildiği için mecburiyetinin zorluğuna katlanır. Toplumsal yapıdaki değişimin üzerinde dururken altını çizdiği çok önemli bir saptaması vardır:
“Batı’da burjuva tipi diye bir tip vardır, o belirlenmiş, oturmuş. Ama İstanbul’da oturmuş değil, denizanası gibi tutamazsın herifi, nereden tutacaksın, belirlenmiş bir davranış meydana gelmemiş, tamamen yozlaşmış. Köylü desen değil, şehirli desen değil, zengin desen değil, fakir desen değil. Dünyanın hiçbir yerinde bulamazsın, herif Mercedes’i almış, 190 Mercedes, bagajına rakıyı, mezeleri, çiğköftesini dizmiş, deniz kıyısına toz vuruyor, bu da içiyor.” (Andaç, 2016:80)
  
“Bilimci” Değil “Halkçı” Bir Yazar
Halkbilim çevrelerinde, metni anlamak için metnin anlatıldığı ortamı anlama fikrinden doğmuş, icra mekânı, icra tarihi, icra zamanı, icra nedeni, icra biçimi, icracı kimliği gibi unsurları context  (bağlam) olarak ele alarak incelemeye dayanan performansçı yaklaşım,  Yaşar Kemal’in özelinde şöyle anlamlanır:
“Söz sanatlarının etkisini halka destan anlattığım günlerde anladım. İyi dinleyiciyi bulduğum köylerde, yörelerde dinleyicilerle birlikte sözlerim kanatlanıyor, uçuyor, daha sevinçle anlatıyordum. Dinleyicilerimin anlatımıma az katıldığı köylerde, yörelerde anlatımım, yaratımım daha sönük geçiyordu. Usta bir destancının anlatımı ezber değildir. Anlatıcı her anlatışında, halkın ona katılmasına göre, yeniden yaratır. Onun için destanlar kırk bin yıl su altında kalmış çakıltaşları gibi, destancıdan destancıya geçerek, yunur, arınır, düzgünleşir, parlar.” (Bin Çiçekli Bahçe, s.90)
Yaşar Kemal’in birçok yapıtında, örneğin İnce Memed’de, Yer Demir Gök Bakır’da,  Kanın Sesi’nde, Ağrı Dağı Efsanesi’nde tabiat kültüne ilişkin çok sayıda pratiklerin yer bulduğunu görürüz.  Bu yer bulmalar  yoğun bir tanıklıkla ve elbette bir çatışma içerisinde verilir. O bakımdan da yama gibi durmaz. Örneğin Ortadirek romanında geçen şu olay bunlardan biridir: Meryemce, atı öldükten sonra oğlu Ali’yle konuşmaz, oğluna tek bir kelime bile etmez.  Oğlu Ali ne yapsa da ne dese de Meryemce’nin gönlünü alamaz. Bunun- üzerine Meryemce, konakladıkları yerdeki bir ulu çam ağacına “… Ağaç, kimseye demiyorum, sana diyorum, hey ulu ağaç. Benim atımı Koca Halil öldürdü… …Sen çok gün gördün. Sen eski devirleri bilirsin ağaç. Bu dünyada her ne varsa, ne gelip geçmise senin avucuyun içinde yazılı. Koca Halil benim erimin arkadaşı, can yoldaşı değildi. …Koca Halil, benim erime düşmandan da daha kötüydü. Bunu bir sen bilirsin, bir ben, bir de o boyu devrilesi çakır gözlü Halil bilir. ...Duydun mu ağaç dediklerimi? …Hiç kimse bana hak vermese de sen bana hak verirsin, ağaç…” (Ortadirek, s.98-99)  Yine  Eserde oğlunun ziyaret ağacına işediğini gören Uzunca Ali oğluna kızarak içinden “Ulan, adam varır da Ziyaret cevizinin yanındaki çalının altına siyer mi (işer mi)?  Cin çarpar adamı. …Köylü neden konmaz ziyaretlerin dibine? Bundan dolayı işte. İşerler altına, işerler. Dalını keserler, gövdesine çivi sokarlar. Onların da canı var. Onlar da çarpıverir, sakat korlar adamı. Amma demedin miydi keyiflerine ziyaretlerin, uğur getirirler. Kim bilir, bu ulu ağaç, nakışlı ağaç bize bir uğur getirir ki. Ne gelmez ki elinden. Ulan, azıcık  iyi olursam bu ağacın altında beş  rekât bir namaz kılacağım ki... Namazdan hoşlanırlar bunlar.  Belki de yüreğine bir hoşluk gelir de bu ağaç, bize yardım eder… …Baktım ki şafağa uyandım,  gün ışıyıncaya kadar kılarım. Kılmalı namazı…” (Ortadirek, s.119-120)

Yaşar Kemal anlatılarının bir dış mimarisi vardır bunu anatemayla kurar,  bir de  iç mimarisi vardır ki ‘her romanımda yeni bir dil denedim’ diyerek ifade ettiği biçemini belirleyen anlatım dilinin şekillendirdiği bir yapıdır bu. Folklor olansa bütün bunların dışında sözel olarak yaratıcı öznenin üslubundan arınmış örnekleridir.  Yaşar Kemal,  halk kültüründen yararlanmaz: O kültürün bizzat yaratıcılarından biridir. O bakımdan da onun yapıtlarında bildiğimiz bir efsane parçası, ağıt, atasözü, masal unsuru alınmış gibi değil, doğrudan o yapıtın kendisi gibi durur.  Örneğin, başyapıtlarından biri olan İnce Memed ele alındığında sözlü halk edebiyatının bir dolu unsurunu bulduğumuz bu yapıtında Yaşar Kemal’in halkbiliminden yararlandığını mı söylemek doğrudur yoksa halk kültürüne katkısını mı? Bağlamı anımsarsak, İnce Memed  IV’te İnce Memed’in canını taşıdığı düşüncesiyle, yağız atın başına üç bin lira ödül konur. Bu ödül koyma işinden sonra, kasaba bir sürü atla dolar.  Yaşar Kemal ironik bir biçimde kasabayı dolduran uyuz, başıboş  bu at bolluğunu köylüler uydurduğu destan ve efsanelerle bağlamına oturtur:  “… Atlarının İnce Memedin atı olduğunu kanıtlayamayan birçok kişi kasabanın içinde düşünüyor, üfürsen yıkılacak atı üstüne bir masal uyduruyor, kendisine inanmayanlara veryansın ediyordu. Kasabada at destanlarından, oyunlarından, türkülerinden, kimisi de, bilmem nerde yakaladığı at üstüne hikayeler çıkarıyordu, at efsanelerinden, masallarından geçilmiyordu. Masal yüzü görmemiş kasaba çocukları, köy çocukları gibi masallarla, üstelik de türlü türlü, işitilmemiş at masallarıyla uykuya varıyorlardı.” (İnce Memed IV,s.207)
Veya aynı yapıtın başka bir yerinde:
“Bu gömlek Sultan Selahaddin Eyyubi Han Hazretlerinin gömleğidir. Onunla kafirlere karşı sayısız savaşlara girmiş sağ salim çıkmıştır. Sultan Selahaddin Hazretleri bu gömleği kendi eliyle Ocağa armağan etmiş, o gün bu gündür de bu tılsımlı gömleği Selahaddin Eyyubi Han Hazretlerinden sonra kimse giymemiştir. İşte  bundan bir ay kadar önce Sultan Selahaddin Eyyubi Hazretleri bir gece benim yanıma geldi, yeşil donlara bürünmüştü, elinde kıpkızıl, iri bir çınar yaprağı tutuyordu, çınar yaprağından kökler uzuyor, dünyayı dolanıyordu. Gözlerini bana dikti. Ancak Sultan, dedi, sizde benim bir emanetim var, onun sahibi İnce Memeddir, gömleği ona giydir. Böyle der demez de, önümden silindi, bir yeşil ışık oldu, çekildi gitti. Ben de senin İnce Memed, burada olmadığını, ama bir gün gelip nasibini alacağını biliyor, dağalara dönmeni bekliyordum. Allah yolunu açık, gazanı mübarek, kılıcını keskin etsin.” (İnce Memed IV, s. 368)
Veya Kırkgöz Ocağı’nın pirlerinden  Anacık Sultan’ın annesinin cenaze törenini anlatırken başvurduğu söylem:  “Dağlardan düzlüğe aşağı sular gümbürdeyerek akıyor, karlar savuruyordu. Binlerce, kara batmış çıkmış, kardan adam olmuş insan anasının cenazesine gelmişlerdi. Ölü anası daha herkese sevgi dağıtıyordu. Başucunda, nereden gelmişse çok uzun saplı bir kocaman mavi çiçek gelmiş mavi mavi balkıyarak, boynunu bükmüş, orada öyle dikilmiş kalmıştı. Anası çiçek kokuyordu. Ağıtlar yakıyordu kadınlar. Mezara ak çiçekler taşıyorlardı. O mavi çiçek yatağın başucundan kalktı yürüdü geldi, köklerini mezarın başucuna soktu, orada uzun, boynu bükük, mavileri şırlayıp akarak durdu kaldı, bunu da herkes gördü. O çiçek yıllar yılı hiç solmadan kurumadan, mavisi gün ışığı gibi şırlayarak aktı. Kurtuluş Savaşına giden on altı pir dönmeyince çiçek de bir gün tanyerleri ışırken kalktı, mavisini bütün dünyaya yayarak çekildi gitti. Ancak Sultan bu olayı kendi gözleriyle gördü. O da çiçeğin ardınca gün ışıyıncaya kadar mavilere batarak gitti. Sonra aşağıdaki büyük, ak çakıltaşlı pınarda çiçeği yitirdi. Pınarın suları o gün bugündür, bu çiçekten dolayı som mavi akar. Ak çakıltaşları, yöredeki kayalar da sudaki balıklar da mavilediler. “ (s. 525)

“Benim doğduğum köy bir Türkmen köyüydü. Belki de Türkçenin en zengin konuşulduğu yerdi benim bölgem. Her kadın bir şairdi. Ağıt yakmasını bilmeyen bir kadın ya deliydi, ya da aptal. Başka türlüsü düşünülemezdi. (…) Sonra köye büyük destancılar gelirlerdi. Bunlar eski Türkmen destanları anlatırlardı. Bunların en ünlüleri bizim köye otuz kilometre uzaklıktaki Gebeli köyünden gelen Aşık Murtaza ve küçük Memetti.  Küçük Memet destanını anlatırken yaşar, bir tiyatro oyuncusu gibi hem anlatır, hem de oynardı. Sonra başka büyük bir destancıyla tanıştım Güdümen Ahmet.  O, adını Köroğlu destanındaki bir kahramandan almış, kendi öz adı unutulmuş gitmişti.  Çolak Ökkeş, Gavurdağlı Aşık Hacı, başka büyük ozan ve destancılardı. Gavurdağlı Aşık Hacı Karacaoğlan ve Dadaloğlundan sonra bölgenin en ünlü ozanıydı.
Ben sekiz yaşımdan sonra bunlara özenerek köyün çocuklarını başıma toplayarak destan söylemeye başladım. Sonraları da dinleyicilerim genişledi, büyüklerde beni dinlemeye başladılar. (Bosgquet, 1993)
Benzer alıntıları çoğaltmak mümkün. Hatta yukarıdan aşağıya, doğum, düğün, ölüm; mani, türkü, ağıt, ninni, tekerleme; masal, fıkra, halk hikayesi… Lakaplar, Hıdırellez, Nevruz gibi özel gün bayramları da dahil olmak üzere Anadolu coğrafyasına, insana ve insanlığa dair bir dolu folklorik faaliyeti, unsuru onun yapıtlarında bulabiliriz. Ancak Yaşar Kemal ve folklorculuk, dikkat edilmesi gereken bir konu. Çok ciddi derlemeler de yapmış; yayın ve edebiyat dünyasına derlemeleriyle girmiş[3] kitap boyutunda kazandırdığı ilk çalışma da bu alanın ilki olan Ağıtlar olmuş;  Üç Anadolu Efsanesi, Binboğalar Efsanesi, Ağrı Dağı Efsanesi gibi kitap isimlerine bakıldığında bile folklorla doğrudan kesişen yapıtlar vermiş, hemen bütün yapıtlarında gerek arketipler olarak gerekse motifler olarak halkbilimsel bir dolu malzemeyi taşımış ve tek başına Ağrı Dağı Efsanesi’nde yer alan “… Tanrı’nın, ağrı Dağının armağanı… Ağrı çiçeği gibi keskin kokulu, kütür kütür sağlıklı baş döndürücü” Gülbahar’ın Memo ’ya saçından birkaç tel vermesi ile  ‘Bir bulupta bir yitirdiği’ Ahmet’inin aralarına kılıç koyup öyle yatağa girmesi motifinin ardına düşerek kadim bir coğrafya halklar bileşiğinin töre ve tutumlarını irdelemek mümkünken eserlerindeki folklorik gerçekliğe bakarak onu halkbilimci olarak ne kadar takdim edebiliriz?
Yaşar Kemal, kadim Anadolu kültürlerinin kaynaklarıyla olan doğal ilişkisinden beslendiği, dünyanın büyük edebiyat ustalarına, sanatçılarına ve elbette bunlarla yaratılan geleneğin farkına erken yaşlarda varır. Çok önemli bir ayrıcalığı da halkbilimiyle formel ilişkisinin olmamasıdır: informel bir damıtımdır onunkisi. Dünya edebiyatının başeserlerinden Don Kişot’la birlikte o tarihlerde sınırlı da olsa sosyalizme dair kaynakları okuma tutkusu, Güzin, Arif ve Abidin Dino’yla tanışıklığı, Baratav, Tecer, Ali Rıza Yalgın gibi halk kültürü sahasını iyi bilen araştırmacılarla mektuplaşmaları; siyasal mücadelesinde Mehmet Ali Aybar gibi sosyalizmi Türkiye gerçekliğiyle yorumlayan birisiyle TİP içerisinde devam etmesinde bu halkçı, kendi kavramsallaştırmasıyla söylersek, ‘angaje’  yazarlığını anlamak bakımından önemli kaynaklara ulaşmış oluruz.
Yaşar Kemal'de halk bilimsel duyarlık ne ölçüde var? Bu folklorik zenginlik halk bilimsel bir bilince mi dayanıyor, yoksa onun toplumcu-gerçekçi çizgisine mi? Yapıtları ve yaşamı ayrıntılı bir şekilde incelendiğinde ikincisinin daha ağır bastığını görürüz. Yani, toplumcu-gerçekçi çizgisini, tecrübe edilmiş ‘anlatış kültürü’yle, görkemli bir hayat bilgisiyle beslemiş, dünyada ve Türkiye'de halk biliminin ortaya çıkışındaki ve gelişmesindeki felsefeyi,  en başından koruyarak ilişki kurduğu (Pertev Naili Boratav, Ahmet Kutsi Tecer, İlhan Başgöz) kişilerle, derlediği malzemelere folklorcudan ziyade yaratıcı bir yazar olarak yaklaşımı folklorculuğun tarihsel zemini olan ve tam da onun yazmaya başladığı dönemde[4] dozajı iyice yükselen nasyonaliteden uzak tutmuştur. Yaslandığı halkçılık ideolojisi, Türkiye’de kapitalistleşme sürecinin  ortaya çıkardığı mülksüzleşme tehdidine karşı tepkiden kaynaklanan bir halkçılıktır (Tekeli, 1978:46). Yaratma kültürünün kaynakları olarak halk kültürünün değeri ve önemini anlayan, o kaynaklara öykünmeden, geleneğin tutucu ve koruyucu çemberini de kırabilme ustalığını gösteren az sayıdaki sanatçıdan biri olmak ayrıcalığı, bu tarihsel sürecin tanıklığı içerisinde sınıfsal tercihiyle sanatsal tercihini buluşturabilmesinde aramak gerekir. Türkiye’ye özgü tuhaflıklardan pek yaygın olan halk yaratmalarını ahlak  dersi verici yukarıdan bakmalardan kurtaranların başında tartışmasız akademiyada Pertev Naili Boratav, İlhan Başgöz, Seyfi Karabaş ve Tahir Alangu öncülük ederken, bunun geniş bir düzleme yayılmasının  başını da özgün yaratmalarıyla Yaşar Kemal çekmiştir. Çok sınırlı düzeyde analitik çalışmaların olduğu, yoğun biçimde betimleyici çalışmalarla halkbilimi uğraşının sürdürüldüğü Türkiye’de, denebilir ki bu değerli insanların emekleri olmasa  folklor  eskicil olana hayranlık ve geç kalınmış milliyetçilik temelinde kof bir tekrardan öte gidemeyecekti.
İlerleyen yıllarda da toplumcu-gerçekçi duruşuyla daha da belirginleşen sosyalist kimliğinin işaret ettiği "halk"a ve kültürüne yönelmiştir. Başka bir deyişle, onun edebi yaratıcılığında "halkbilimi"nin "halk"ı vardır, ama "bilimi" kısmı yoktur. Köklü sosyal yapı değişikliklerini, farklı ifade biçimleri deneyerek her yapıtında ayrı bir biçem ustalığına; olayları yazıldığı gibi algılanmasındansa anlatılabilir bir kurgu içerisinde ve bireyle birlikte doğayı önceleyen sezişe dayalı psikolojik anlayışla aktarabilme ayrıcalığı onun yapıtlarını üstün ve farklı kılar. Bunu, özellikle de halkbiliminin ‘bilim’ olan paradigmasından bakınca daha iyi görürüz. Yaşar Kemal bilimin ‘sağlam yolundan’ ayrıldığı,  Tahir Alangu’nun (Alangu, 1983:101) dikkat çektiği üzere, halkın taklit eden, örneğe göre yapan, örneğe göre söyleyen, örneğe göre düşünen sınırlayıcı dünyasından, yaratıcı bir yazarın dönüştüren, bozan, aykırı olanı seslendiren kişiliğini oturttuğu için farklıdır.  Çünkü yüzlerce, binlerce halk bilimci var ama Yaşar Kemal bir tane. Ayrıca halk bilimi, öyle ya da böyle bir bilim disiplini olduğu için, formel olanın bütün şekillendirici darlıklarını mecburi kılar. Disiplinin çizdiği çerçevede, zaman zaman disiplinlerarasılık bağlamında başka disiplinlerle dirsek teması kurmak dışında, o çerçeve içinde sıkıştırır halkbilimciyi. Yaşar Kemal, halkbilimci yönünü belirginleştirseydi Yaşar Kemal olamazdı. Türkiye  edebiyatında folklora ciddi anlamda yaslanan, oradan beslenen derlemeleri, araştırmalarıyla bu alana katkıda bulunan başka başka edebiyat insanları da var.  Ancak, geleneğe yaslanmayla yaratıcı bir edebiyat insanı olmak arasında ciddi farklılıklar vardır. Yaşar Kemal bir sabitleyici olarak değil, bir anlamlandırmacı olarak bunu başarmıştır. Sonuç olarak, Yaşar Kemal'in halk bilimci kimliğini daha çok toplumcu-gerçekçiliği üzerinden anlamak daha sağlıklı durmaktadır. Yaslandığı tarihsel gerçeklikle kültürel birikimin farkına erken dönemde varan, estetik sanatsal bakışını şekillendirmekte yaslandığı sosyalizmle ilişkisindeki algılamanın hem kişisel deneyimi hem de edebiyat yapıtlarıyla bir hayat bilgisi zenginliğine dönüşmesinin de yabana atılamayacak katkısı vardır. Kendi gerçekliğini çok net gören bir yazardır Yaşar Kemal: Çokurova’yı anlatma mecburiyeti böyle bir gerçekliktir. “… Ben gökyüzünden yere inmedim ki, Çukurova’da, bir köyde doğdum, bir kasabayı, bir şehir, bir toprak parçasının doğasını yaşadım. Akdenizi, Torosları yaşadım. Kafka bir bürokrat takımı içinde yaşamasaydı Davayı, Şatoyu yazabilir miydi. Bir Yahudi olmasaydı, o kurşun geçirmez karanlık onun ülkesi olabilir miydi? Dostoyevski Petrogardı, Sibiryayı yaşamasaydı, oradaki insanları yaşamasaydı, insan psikolojisini böylesine sağlıklı, derinlemesine verebilir miydi?” (Kemal, 1993:137)  Bu hayat bilgisi zenginliğine, bu her bir yapıtında ayrı yetkinliğe ulaşan poetik dil çeşitliliğine  destancılıkla başladığı ‘Kör Kemal’ olarak sürdürdüğü aşıklığının da büyük payı olduğu gibi, Savrun suyunun takibinden, Fransız şirketindeki havagazı sayacı kontrollüğüne, traktör sürücülüğünden, röportaj yazarı olarak ülkeyi bir baştan bir başa dolaşması yanında   doğadan gelen hayatı sorgulama yeteneği ile güçlü kişiliğinin  Ramazanoğlu Kitaplığında dünya klasikleri ile tanışmasıyla zenginlik kazanan düşünsel birikiminin de rolü büyüktür. Dolayısıyla da temelde nasyonalizme dayanan folklorculuğun, Yaşar Kemal'de görülmeyişinin nedeni folkloru temsiliyetsiz ve teslimiyetsiz uğraş olarak seçmesidir. Yaşar Kemal’in bu bağlamdan ürettikleri, Pertev Naili Boratav’la belli bir nitelik kazanan bilimsel halkbilim çalışmalarının sığ ve ırkçı bir tavırla kesintiye uğratılmasıyla birlikte, üniversite çevrelerinde ve  kamuda folklora dair çalışmaların şekillendiği düzlem romantik paradigmanın daraltıcı kulvarından çıkamamıştır. Ne var ki bir kısmı Halkevleri geleneğinden gelen ama  bir kısmı yeni derneklerde  buluşan bir kısmı ise üniversite kulüpleri  (Boğaziçi, ODTÜ) aracılığıyla özenci bir tavır içerisinde bu çalışmalara katkı koyanların  halkçı tavırlarının şekillenmesinde, onun yaratıcılığının küçümsenmeyecek payının olduğunu düşünüyorum. Çünkü onun her bir yapıtı bu coğrafyanın çoksesli kültürel zenginliğinin damıtılmış anıtlarıdır. Onun yapıtlarıyla tanışanların, bütün dayatmalara, resmi söylem ve özerk olmayan akademiyanın, iktidar tarafından şekillendirici müfredatlarına karşı o paradigmayı kırıcı bir işlev üstlenmiştir. Söylenebilirse, folklorculuğu ile ilgili en somut gösterge budur. Sözcükleri kendisinden ödünç alarak yinelersem: Yaşar Kemal ‘daldan eğme’, yani çıraklıktan yetişme bir folklorcu değil, ‘o kökten sürme’ mecbur bir anlatıcıdır.


Kaynakça
ALANGU, Tahir (1983). Türkiye Folkloru Elkitabı, İstanbul: Adam Yayınları.
ANDAÇ, Feridun (2003). Yaşar Kemal’in Sözcüklerinde Yaşamak, İstanbul: Dünya Kitaplar.
ANDAÇ, Feridun (2016). Yaşar Kemal Bir Ömür Edebiyat, İstanbul: Eksik Parça Yayınları.
BAŞGÖZ, İlhan (1998). “Türkiye’de Halk Bilimi Çalışmaları ve Milliyetçilik”, folklor/edebiyat, cilt: 4 sayı:14.
BILLIG, Michael (2002). Banal Milliyetçilik, İstanbul: Gelenek Yayıncılık.
BROOKS, Peter(2004). Psikanaliz ve Hikaye Anlatıcılığı, Çev.: Hivren Demir-Atay, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.
DİNO, Abidin (1979). “Yaşar Kemal Bir Uzun Yürüyüştür Sevgi Dolu”, Milliyet Sanat Dergisi, 5 Şubat.
GORBATKİNA, Galina (1980). “Yaşar Kemal ve Folklor” Sovyet Türkologlarının Türk Edebiyatı İncelemeleri içinde, Türkçesi: Tatyana Moran-Yurdanur Salman, İstanbul: Cem Yayınevi.
ÖZ, Erdal (1977). “Arkadaşımız Erdal Öz’in Yaşar Kemal’le Uzun Bir Söyleşisi”, Türkiye Yazıları Dergisi, Sayı:6, Eylül.
ÖZTÜRKMEN, Arzu (1998). Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik, İstanbul: İletişim Yayınları.
KEMAL, Yaşar (1987). Sarı Defeterdekiler, Haz.: Alpay Kabacalı, İstanbul : Yapı Kredi Yayınları.
YILDIRIM, Dursun (1998). "Türkiye'de Folklor Araştırmalarının Gelişme Devreleri", Türk Bitiği: Araştırma/İnceleme Yazıları içinde, Ankara: Akçağ  Yayınları.
KEMAL, Yaşar (2002). Baldaki Tuz,  4. Basım,  İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
KEMAL, Yaşar (1993). Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor Alain Bosgquet’nin Yaşar Kemal’le Konuşmaları, İstanbul: Toros Yayınları.
KEMAL, Yaşar (2004). Ustadır Arı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
TEKELİ, İlhan, ŞAYLAN, Gencay (1978). “Türkiye’de Halkçılık İdeolojisinin Evrimi”, Toplum ve Bilim, Sayı: 5.
UTURGAURİ, Svetlana (1989). Türk Edebiyatı Üzerine, İstanbul: Cem Yayınevi.




[1] Folklor Araştırmacıları Vakfı Başkanı, metturan@gmail.com
[2] Bu derleme çalışmalarına Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte hazırladıkları Gökyüzü Mavi Kaldı, Toros Yayınları, İstanbul:1990’ı da eklemek gerekir. Bütün bunlara toplu olarak bakılıp, tutuklamalar, göçler,  dolayısıyla kaybolanlar da dikkate alındığında, Yaşar Kemal derlemelerinin ciddi bir külliyat oluşturduğu görülür. Bu konuda daha ayrıntılı bir yazı için Bkz. Ramazan Çiftlikçi, “Yaşar Kemal’in Halkbilimi Derleme ve Araştırmaları”, folklor/edebiyat, cilt:1, sayı:2,  Şubat 1995.
[3] 1939-1940’da Kemal Sadık Göğceli olarak Türksözü, Yeni Adana, Vakit, Varlık, Ülkü, Kovan, Beşpınar, Millet ve Çığ dergilerinde ilk şiirlerini yayımlayan Yaşar Kemal, ilk derlemesi olan “Çifteçapa Manileri”ni 1941 yılında adana Halkevi dergisi Görüşler’de, “Karacaoğlan’dan Yeni Koşmalar” ise yine aynı yıl Varlık’ta yayımlanır. Derleme çalışmalarına başlama serüvenini ve karşılaştığı güçlükleri şöyle anlatır: “On altı yaşlarında iken folklor çalışmalarına başladım. Şiir yazma maceram çok küçük yaşlarda başladı. Şiirden folklora geçtim. Ahmet Kutsi Tecer, Pertev Naili Boratav’la bu yıllarda mektuplaşıyordum. Halk ürünlerini derleme üstüne bilgilerim oluşmuştu. İlkin yayınlanmamış Karacaoğlan türkülerini derliyordum. Bu derlemelerde çok ilginç durumlarla karşılaştım. Örneğin, Çukurova’da Karacaoğlan’ın diye bir şiir derliyordum, birkaç gün sonra o şiir ya başka bir Karacaoğlan’ın şiiri diye karşıma çıkıyor, ya da başak bir şairin şiiri olarak…  O yıllarda Çukurova’da Karacaoğlan’ın şiiri diye epeyce Pir Sultan, Ruhsati, Kul Halil şiiri karşıma çıktı. Bir tanesini de Karacaoğlan’ın diye yayınladım. Sonra baktım ki, bu şiir Ruhsati’ninmiş. Bir başka şiir derlemiştim Osmaniye’nin Bahçe köyünden, birkaç gün sonra o şiir Gavurdağlı Aşık Hacı’nın şiiri olarak karşıma çıktı. Sonra düşündüm ki, hiç ağıt, tekerleme derlenmemiş. Çukurova’da tekerlemeye sayıştırma derler. Ben de ağıtları, tekerlemeleri derlemeye başladım.” (Kemal, Yaşar (2000). “Ağıtlar Üstüne Söyleşi”, Ustadır Arı. İstanbul: Adam Yayınları.)
[4] İkinci Dünya Savşı’na doğru, önce  Almanya’da, daha sonra onun yörüngesine giren Orta Avrupa ülkelerinin bazılarındaki faşizme yönelen rejimlerde, halkbilgisinin aşırı uçlara doğru çekildiğini, ırkçı esaslara bağlanmak istenen yeni bir halkbilgisi hareketinin başladığını görüyoruz. NSDAP (National Sozialistische Deutsche Arbeitspartei) üyelerinin eğitilmesi amacıyla açılan Nasyonal Sosyalist eğitim ve öğretim kurumları için bu konuda özel kitaplar ve broşürler hazırlandığını görüyoruz. (Alangu, 1983:48) “Hem Halkevlerinin, hem de Pertev Naili Boratav’ın öncülüğünde kurulmasına çalışılan folklor kürsüsünün kapatılmasına neden olan dinamikler aynı tarihsel konjonktür içinde gelişirler. Gelişmeler, ikinci Dünya Savaşı yıllarına rastlayan çok partili düzene geçiş sürecinin bir ürünüdür. Uğur Mumcu’nun “40’larm Cadı Kazanı” olarak adlandırdığı bu dönemde hem CHP’nin yeni kurulan DP ile girdiği rekabet, hem de savaş ideolojilerinin Türkiye’deki dışavurumları belirleyici olurlar. Bütün bunların arasında, Boratav davası, kronolojik olarak durduğu nokta itibarıyla, Türkiye’de folklor araştırmalarının gelişim sürecinde negatif anlamıyla tam bir dönüm noktası oluşturur. Boratav’ın öncülüğünde daha da gelişmesi beklenen bu folklor kürsüsünün, (…) kapatılması, Türkiye’de folklor araştırmalarının gelişimini bambaşka yerlere sıçrattı. Bunlardan ilki, daha çok devlet güdümünde olan folklor araştırmacılığı, diğeri ise folklorun halk oyunları etrafında gelişen sahnelenmesi, “gösterimiydi.’’ Pertev Naili Boratav’ın açmaya ve yaşatmaya çalıştığı folklor kürsüsünün hikayesi, hem bir önceki Halkevleri deneyimini hem de daha sonraki devlet-merkezcil folklor araştırmalarını ve halk oyunlarının hızlı gelişimini anlamak bakımından anahtar vazifesi görür.” (Öztürkmen, 1998:140-141)

Göç ve Göçmenlik Ekseninde Türk Edebiyatı

‘Göç’ ve ‘göçmenlik’ Türk kültürünün en önemli belirleyenlerinden birini oluşturur. Kültürümüzdeki kavramlara baktığımızda, göçebeliğe ilişkin bir dolu yaşanmışlık ve kazanımın göç eksenine dayandığını görürüz. Hatta ölümü bile biz ‘Hakk’a yürüdü’, ‘göç etti’ olarak nitelendiriz. Kültür hayatında, göçün bu denli belirleyici olduğu bir halkın, yaratmış olduğu edebiyat eserlerinde de bunun izlerini görmek kaçınılmazdır. Türk edebiyatında ‘göç’ ve ‘göçmenlik’ kavramları destan döneminden başlayarak tarihsel bir olgu olarak da vardır. Destanlar döneminden, günümüze uzanan çizgide, göçün kültür ve edebiyat dünyamızda geniş bir yer kapladığı açıktır.
Çağdaş edebiyatımızda ise, ‘göç’ kavramı, çok belirgin olarak yurtdışına işçi göçünün başlaması ile birlikte belirmeye başlamıştır. Dolayısıyla da, günümüz kültür ve edebiyatında ‘göç’ ve ‘göçmenlik’ kavramlarından söz edildiğinde, 1961 yılında Almanya ile başlayan yurtdışına işçi göçünün edebiyat yapıtalarına yansıması sürecinin irdelendiği anlaşılmalıdır.
Türkiye’den yurtdışına işçi göçünün başladığı 1960’lı yılların, edebiyat düzleminde ilk yansıması, ilginçtir, kırsal kesimden Almanya’ya ilk giden işçilerimizin, yine aynı kültürel çevreden yetişen halk şairlerini, gittikleri bu mekanlara taşımalarıyla başlar. İşçi göçünün henüz üzerinden iki yıl geçmiş olmasına karşın, Almanya’ya ‘hemşerilik’ ilişkisiyle davet edilen Ali İzzet Özkan ve Muharrem Yazıcıoğlu 1962 yılında Diusburg ve Ruhr havzasındaki maden ocaklarında çalışan göçmen işçi barınaklarında onlara çalıp söylerlerken, bir yandan da onların sorunlarına tanıklık edip, dile getirmeye başlarlar. Bunu, Aşık Mahzuni Şerif, Yaşar Reyhani, Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova, gibi bu geleneği sürdürmekte olan başka halk şairleri izler.
Bir örneği kişisel arşivimde bulunan Aşık Ali İzzet Özkan ile Muharrem Yazıcoğlu’nun birlikte gerçekleştirdikleri Almanya gezisi günlüklerinde öne çıkan en temel sorun, işçilerimizin sosyal yalıtılmışlık içerisinde olduklarıdır. Dil bilmezlikleri yanı sıra, barındırıldıkları işçi lojman ya da barakalarının yakın çevresinde sinema, tiyatro, konser izleme olanakları yoktur. Onların, bu türden gereksinmelerini memleketlerinden davet ettikleri, onların duygularına tercüman olacak halk şairleri aracılığıyla giderme istekleri, esasında bu nitelikteki etkinliklere duydukları özlemi de işaretlemektedir. Bu, çaba aynı zamanda kendi kültür kurumlarını oluşturma arzusunun da bir başlangıcıdır ki, melezleşme adımlarının bunlarla birlikte atıldığını, aradan geçen yarım asırlık süre içerisinde bağlama kursları, yetişen halk şairleri, bu nitelikteki konserlerin yoğunluğu bu başlangıcın önemli bir adım olduğunu yansıtıyor. Bu esasında, Orhan Murat Arıburnu’nun:
“Almanya’nın ortasında Ahmet
Almanya’nın ortasında Mehmet
Ayşeler
Fatmalar
Darmadağın, kıyamet!” olarak dizeleştirdiği, Almanya’nın ortasındaki Anadolu’nun şekillenmeye başladığının tipik bir ilkadımıdır.
*
Göç ve göçmenlik, yazın dünyasında, 1990’lı yıllara değin Almanya özelinde odaklaşır. Bunu yadırgamamak gerek. Çünkü, ilk işçi göçünün buraya olması yanında, nicelik olarak da yoğunluğun bu coğrafyada olmasıyla yönelim de Almanya’ya kaymıştır. İster Hollanda, ister Belçika, Danimarka olsun her yurtdışına gidip gelen işçinin ‘Alamancı’ olarak tariflenmesinin kaynağında da böyle bir sebep saklıdır.
Yazın düzleminde, göçmenlik sorununun ele alındığı ilk yapıt, Almanya’ya işçi olarak çalışmaya giden ve ilk yazarlık ürününde bu sorunu ele alan Bekir Yıldız’la başlar. Almanya’da dört yıl gibi bir süre kalan ve deyim yerindeyse oranın kültürel iklimine, havasına dayanamayarak dönen Yıldız, “Türkler Almanya’da” (1966) adlı çalışmasında bu süreci, yoğun bir sorunlar kümesi içerisinde anlatır.
Dil ve anlatım bakımından kendisinin de yetkin bulmadığı ve bu bakımdan da yeni basımlarını yaptırmadığı bu çalışmasında Türklerin Almanya’da karşılaştıkları güçlükleri, ağır çalışma koşulları yanı sıra yalnızlık, itilmişlik, kültürel çatışmanın taşındığı en uç noktalarda ele alır. Bu çalışmada belirgin olan, Türklerin Almanya’da mutsuzlukları, her an geri dönme isteklerinin ağır basmasıdır. Bu kuşkusuz, biraz da yazarın bizzat kendi hissettikleridir ki, Bekir Yıldız anlattığı bu koşulların olumsuzluğuna dayanamayarak, kaderdaşlarından farklı bir yol izleyerek, kısa sürede geri dönmüştür.
Bekir Yıldız, bu çalışmasından sonra da yoğun biçimde Almanya’daki işçilerimizin sorunlarını irdeleyen öykü ve röportajlar yayımlamıştır. Demir Bebek ve Sahipsizler adlı öykü kitapları ile Harran-Berlin röportajları buna örnektir. Bu çalışmalarında da, ana tema endüstrileşmenin getirmiş olduğu toplumsal düzen içerisinde iş ve işçi ilişkisiyle birlikte farklı bir hayat tarzının, alışık olunmayan zorluklarıdır. Yeni tanışılan teknolojik aletlerle sorunlar, dil bilmezlik, farklı değer yargıları, kadın erkek ilişkilerindeki farklılıklar... Bütün bunlar, henüz hibritleşmemiş (melezleşmemiş) bir süreçte, Yıldız’ın Almanya özelinde kültürel muhafazakarlığın üslubuna da yansıyarak keskinleşmesiyle, göçmen olmanın, bir kenara itilmişlikle doruk noktasına çıkan yabancılaşma duygusuna bürünür.
İçerideki ilk yansımalar, yine ilginçtir halk şairleri tarafından dile getirilir. Bunda, kanımca, yurtdışına gönderilenlerin önemli bir bölümünün kırsal kesimden olmasının da payı büyüktür. Dolayısıyla da yaşananların ilk yansıması da bu kesime yakın olan, onlarla ilişkileri daha yoğun bulunan halk şairleri tarafından hissedilip dile getirilmiştir.
Erzurumlu Aşık Reyhani’nin hemen 1960’ların başında dile getirdikleri ise, eşini Almanya’ya göndermiş bir gelinin feryadıdır:
“Elleri koynunda pınar başında
Almanya’ya doğru bakar o gelin
Yedi çocuğu var dördü peşinde
Feleğe dişini sıkar o gelin.”
*
Göçmenlik sorunu, Bekir Yıldız gibi Almanya deneyimi olmuş bir yazarın kaleminden geniş yankılar bulurken, Türkiye’deki yazarlar tarafından da sorun başka boyutlarıyla irdelenmeye başlanır. Bu kez içeriden bakılır soruna. Bunu ilk irdeleyenlerden biri, Nevzat Üstün olur. Onun “Almanya” (1970) adlı öyküsü Türkiye’de evli olan Rıza’nın Almanya’ya gidişi orada Edda adında bir Alman kadınla birlikte oluşunu, sonra Edda ile birlikte köyü gelişini anlatır.
Bekir Yıldız’ın gözlemleyerek yazdıklarının yansımasını; geleneklere, toplumsal değer yargılarına aldırmadan Almanya’ya giden köylü kızı Gülamber’in değişen dünyasını anlatan Ümit Kaftancıoğlu’nun , Çarpana (1975) adlı hikaye kitabında yer alan “Gülamber Almanya’da” adlı öyküsünde buluruz. Yine bu kitapta yer alan “Almanya Dönüşü” adlı hikayede de Almanya’dan izne gelenlerin giyim kuşamlarındaki değişim, parayla olan ilişkileri, davranışlarındaki farklılıklar irdelenir. Varılan kanı, Almanya’nın gidenleri değiştirdiğidir. Burada artık, gelenlerin tipik birer misafir oldukları, yeniden dönecekleri çünkü hal ve hareketlerinde artık gittikleri yerin belirleyici olmaya başladığı da betimlenmeye çalışılır. Burada dikkat etmemiz gereken bir önemli husus da henüz işçi göçünün on-onbeş yıllık bir döneminde orada yerleşikliğe dönük belirtilerin betimlenmesi, esasında, işçi transferi politikasını belirleyenlerin öngörmediği önemli bir gerçekliği de edebiyatçı sezgisinin fark etmiş olmasıdır. Giden de değişmektedir, gelen de. Kültürel olarak farklılığın belirginleştiğini hissettiren bu ürünler, sağlıklı bir okumayla, olası sosyal sorunların kavranmasında da yolgösterici olabilecek niteliktedirler. Çünkü, her iki cephede de kendini gösteren kültürel muhafazakarlık, sorunun içerisindekinin sürece nasıl eklemleneceğini, edebiyatçının gözleminden sosyal politikalara dönüştürebilirdi. Bu durum esasında, Türk edebiyatının toplumsal hayatı aktarımı ve dolayısıyla da edebiyatçısının bu hayatı okuma konusundaki güçlü sezgisini de yansıtmaktadır.

Nevzat Üstün, göçle birlikte değer yargılarının aşınıp değişmesini başka öykülerinde de anlatır. Bunlardan biri de “Bir Kadın” (1975) öyküsüdür. Değişen namus anlayışları, kadın erkek ilişkilerindeki farklılıklar, bunların Türkiye’ye uzantıları, Türkiye’den Almanya’ya taşınan töre anlayışları... Bunlar Tarık Dursun K.’nın “Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep” (1972), “Ona Sevdiğimi Söyle” (1983) hikayelerinde de ayrıntılarıyla irdelenir.
Birkaçının adını yukarıda andığımız, ancak örneklerini çoğaltabileceğimiz çok sayıda öykü, şiir ve romanda Almanya’ya gidişin, dolayısıyla da göçmenliğin duyumsanışı, belirgin bir biçimde kültürel konularda yansımaktadır. Dil ve din farklılığının, yeni yerleşilen bu ülkelerde kaynaşmayı güçleştirdiği açıktır. Dolayısıyla daha sonra, özelilkle 1980’den sonra Türkiye’den Almanya’ya gitmek zorunda kalan Dursun Akçam’ın Dağların Sultanı (1994), Öğretmeni Kim Öptü (1996); Oya Baydar’ın Elveda Alyoşa (1991), Sıcak Külleri Kaldı (2000) adlı eserlerine yansıyan da göçmenliğin kültürel olarak hissedilmesidir. Yerleşim alanları belli merkezlerde odaklanan, bir biçimde kendi alışkanlıklarını oraya da taşıyan; alış-verişini hemşerisinin marketinden yapmaya değin uzanan ve bir bölümü politik kümeleşmelerle, bir kısmı kültürel karşı tepkiyle bütünleşen cemaatleşmelerin de diğer bir dolu etkenle birleşerek kaynaşma yerine göçmenliği dolayısıyla da bir göçmen kültürünü ve göçmen edebiyatını var ettiğini kabul etmek gerekir.
Göç ve göçmenlik, Türk edebiyatçısının gözlemlediği kadar yaşadığıdır da. Ümit Kaftancıoğlu, Tomris Uyar, Nevzat Üstün, Hasan Hüseyin, Başaran gibi şair ve yazarların Türkiye’den gözlemledikleri ve gidip gördüklerini yazdıkları yanı sıra, bizzat olgunun içerisine doğmuş yazarlarımızın varlığı da Türk edebiyatının bu alandaki geniş düzlemini yansıtır.
Halen yaşamını yurtdışında sürdüren ve edebi üretimlerinin önemli bir bölümünü Almanya’da devam ettiren Yüksel Pazarkaya (d.1940), Aras Ören (d. 1939), Güney Dal (d.1944) Habib Bektaş, Levent Aktoprak, Tamer Çağlayan, Aysel Özakın, Gültekin Emre, Yücel Feyzioğlu, yanı sıra çeşitli nedenlerden dolayı Almanya’da bulunmak durumunda kalan ve uzun süre üretimlerini orada sürdüren Fethi Savaşçı, Fakir Baykurt, Yusuf Ziya Bahadınlı, Dursun Akçam, gibi edebiyat insanlarımızın bu bağlamda vermiş oldukları ürünler ciddi bir toplama ulaşmış durumdadır.
Bunlara, ikinci kuşaktan olup, Almanya’da doğup, büyümüş Emine Sevgi Özdamar, Akif Pirinçci, Renan Demirkan, Saliha Schienhardt, Zafer Şenocak, Zehra Çırak, Metin Fakoğlu, Şinasi Dikmen, Feridun Zaimoğlu, Selim Özdoğan,Nebahat Ercan, Serdar Somuncu gibi Almanca yazan ve gerek Türkiyeli okurlar gerekse Alman okurlar tarafından beğeniyle kabul edilmişlikleri, saygın ödülleri kazanmışlıkları akla getirilir ve benim anımsayamadığım adları da ekleyerek düşünürsek ne denli boyutlu bir birikime ulaştığı rahatlıkla söylenebilir.
*
Edebiyat çalışmalarına Türkiye’de başlayan, 1989 yılında ise Hollanda’ya öğretmen olarak gidip, tıpkı geniş işçi kesimi gibi oraya yerleşen Murat Tuncel’in Gölge Kız (2003) adlı öykü kitabında Anadolu’dan Hollanda’ya uzanan yolculukta göç ve göçmenliğin izini sürer. Gidiş hikayeleri, fotoğrafları değiştirilerek hazırlanan kimlikler, büyük bir umutla davet edilen yakınlar, sonra yüzüstü bırakmalar... Bunlar ‘gurbet’in gerçekleridir... Bir de kuşkusuz göçmenlik... Gidilmiştir bir kez, dönüşü olmaz. Tuncel’in,“Kebap kokusuna gittim, vardım eşek dağlıyorlar” deyimini kitabının girişine almış olması da sanki bunları özetlemek içindir. Gölge Kız, Murat Tuncel anlatısının belirgin özelliği olan, birinci tekil kişi ağzından aktarımı yanında yazarın ustalıklı kurgusu ve sağlam beçeminin de etkisiyle çarpıcı ve kuşatıcı bir özelliğe sahiptir. Göçün ilk başladığı yıllara ilişkin anlatılanlar da değişmiştir, yaşananlar da. Murat Tuncel, Gölge Kız adlı yapıtının ‘Son Öykü’sünde, gümrükçülerin bavullarını oraya buraya savurup, didik didik aramalarına bozulunca, annesinin özetlediği şu cümlerlele bunu anlatır:
“- Aldırma oğlum, adamlar bizi kıçı kınalı mumla çağırmadılar ki, biz geldik.”
Yeni süreç budur artık. Türkiye’deki yakınlar tarafından betimlenen Avrupa, Almanya ya da Hollanda gidenin keyfine göre yaşadığı, dostlarıyla eğlendiği, istediğini yiyip, istediğini içtiği bir yerdir. Oysa orayı mesken edinmiş baba için, yakınlarını yanına almak isteği göçmenliğin nasıl da yaman bir travma olduğunun açık göstergesidir:
“ Ben de sizlerle birlik olmak, uyandığım zaman çevremde sizleri görmek, hasta olduğum zaman bir bardak su verecek, üzerim açıldığında yorganımı örtecek ya da bomboş evde yanımda nefesini duyacağım birisinin bulunmasını istiyorum...”
Yakınlarını yanında aldığında takındığı tavır, özellikle ilk kuşak işçilerden gelenlerin yansıttıkları ile yaşadıkları çelişkiyi yansıtırken, yabancılaşma duygusu içerisinde, yalnız olan, rol yapan insanın da trajedisini anlatır:
“İyi bakın bana, bundan sonra beni hiç böyle göremeyeceksiniz çünkü. Ben ne o izne geldiğimde eşin dostun yanında neşeli olmaya çalışan, ne de dün havaalanından sizi alıp eve getirene kadar konuşmayan insanım. Ben şu giysiler içinde gördüğünüz insanım. Bir yanım konuk işçi, bir yanım gurbetçi işte. İşçinin konuğu mu olurmuş bilmiyorum ama bize öyle diyorlar. Neyse onlar ne derse desinler, ben benim. Daha çocukluktan yeni kurtulmuştum ki evlendim. Evliliğimden mutsuz değilim, ama benden aldığı gençliğimi bana borçlu olduğunu düşünüyorum. Köyde yaşasaydım bunları düşünmezdim, ama artık burada yaşıyorum, yeni öğrendiklerim daha çok düşünmemi sağlıyor. Bundan sonra yapamadıklarımı yapmaya kalkışmayacağım, hiçbirinizin yaşamına da karışmak istemiyorum. Herkes kendi yolunu bulsun. Ben nasıl hem sizden, hem de kendimden sorumluysam, siz de kendinizden ve bizden sorumlu olun. ... Ayrıca orada düşündüğünüz Hollanda’yı belki hiçbir zaman bulamayacaksınız. Çünkü oradan bakınca burasının gri bulunları görünmüyor. (...) Bir de bir-iki yıl izne gitmeyi unutup buralı olmaya çalışın.”
*
Bu alıntı, esasında, bir gün döneceklerine inanılarak çağrılan işçilerin, gittikleri yerleri mesken tutmalarını özetler gibidir. Eşinin, giderek belirginleşmeye başlayan yabancı düşmanlığının altını çizerek, “siz buraya gelirken bandoyla karşılamışlar, şimdi gelenleri ‘şu adam da nereden’ geldi dercesine karşılıyor” demesine verdiği yanıtla başka bir gerçekliğin daha altını çizer, öyküdeki baba:
- Bizi kimse bandoyla mandoyla karşılamadı. (...) Delinin biri uydurdu bunu, siz de inandınız. Hepsi yalan, hepsi bir şapşalın uydurması. Kim, ekmeğini bölecek insanları bandoyla karşılar? Bugün nasıl karşılanıyorsak, otuz yıl önce de aynıydı.” diye yanıtlar.

Hiç kuşkusuz, göç ve göçmenlik sadece Almanya odaklı değildir. İngiltere, Avusturalya, İsveç, Belçika, Danimarka, Hollanda gibi Türk işçi göçünün yoğunlaştığı hemen her coğrafyada bu sorunun var olduğunu ve bir biçimde de edebiyat düzlemine taşındığını görüyoruz. Burada, yeri gelmişken altı çizilmesi gereken bir noktayı belirtmek istiyorum: Anadolu’dan Avrupa’ya, yakın zamanda da Asya’ya başlayan iş ve işçilikle ilgili göçler, çok büyük bir bölümüyle yerleşime dönüşmektedir. Memleket özlemi, hasret, bütün bunlar anlatılamaz ölçüde ağır basıyor. Ne var ki, tıpkı o halk türküsündeki gibi “var git oğlan var git vatanın ara/ekmeğin nerdeyse vatanın ora”, Anadolu insanı, ekmeğini bulduğu yeri, bir biçimde vatanı olarak kabul ediyor; acı çekiyor, dünyanın en acımasız duygularından biri olan göçmenliği iliklerine değin duyumsuyor, onun yarattığı travmayı hayatına ortak ediyor, ama yine de oraya yerleşiyor.

KIBRIS TÜRK ROMANINDA ÇIKARMA HAREKATI

KIBRIS TÜRK ROMANINDA ÇIKARMA HAREKÂTI


METİN TURAN[1]

ÖZET
KIBRIS TÜRK ROMANINDA ÇIKARMA HAREKÂTI
Kıbrıs Çıkarması tarih olarak  20 Temmuz  1974 belirse de “Kıbrıs olayları” başlangıcı  1821’de Yunan isyanına paralel, Kıbrıs Ortodoks Kilisesi’nin  Ada’daki Rumları Türk yönetimine  karşı kışkırtma eylemidir. “Megola İdea” nın bir tezahürü olan bu olayla birlikte  tarihi  “Kıbrıs  sorunu” da başlamış olmaktadır.  Kıbrıs Çıkarması,  Türk harp tarihi içerisinde yakın dönemde hafızalara kaydedilmiş en önemli olaylardan birini oluşturmak yanı sıra Ada’nın siyasi tarihimizdeki rolünden dolayı güncelliğini sürekli korumuş konulardan biridir. Bir siyasal kimlik edinmekle beraber kültürel dinamiklerini oluşturmak bakımından da Ada’daki Türk varlığının en önemli  zenginliklerinden birini edebiyat hayatındaki  üretimleri gelmektedir. Coğrafi olarak sınırlı bir alana  ve bu alan üzerinde  kalabalık olmayan bir nüfusa sahip olmasına karşın, özellikle 1940’lı yıllardan itibaren  edebiyat düzleminde yoğun üretim; şiir, hikaye gibi türlerle beraber  daha katmanlı bir tür olan romanı da varsıllaştırır.  EOKA’nın  faaliyete geçmesiyle birlikte 1 Nisan 1955 tarihindeki Kanlı Noel saldırısı çatışmaların da fitilini ateşlemiş oluyordu. 1963 ve devamında şiddetlenerek süren, 1974 yılındaki “çıkarma harekatı” ile de noktalanan süreç, Kıbrıs Türk romancılarının eserlerinde etraflıca yer alan ana temalardan birini oluşturmakta ve kendileri de doğrudan bu mücadeleye katılmış olan edebiyatçıların  eserlerine, çoğunca, otobiyografik  unsurlarla  yansımaktadır. Bu özelliklerinden dolayı da Özker  Yaşın, İsmail Bozkurt,  Ahmet Gazioğlu ve Bekir Kara gibi ‘mücahit’ kimlikli romancıların eserleri dönemin tanıklığı yanı sıra, edebiyat yoluyla bir toplumsal bellek  oluşturmanın da kaynaklarını oluşturmaktadır.
Anahtar kelimeler:  Savaş,  TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı), EOKA, Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk romanı.
TURKISH LANDING OF CYPRUS IN CYPRUS TURKISH FICTION

ABSTRACT
Although, Turkish landing of Cyprus launched on 20 July 1974, actually it started in 1821. Parallel to Greek rebellions, Cyprus Orthodox Church provoked rum living in Cyprus against Turk authority. This event can accepted as similar event with “Megali Idea” and through the event Cyprus dispute started. Turkish landing of Cyprus is still in memories of Turkish Military History and it still plays a crucial role in the history. Cyprus’ importance still maintains because of critical position in the Turkish Political History. In addition to political identification, according to created cultural dynamics, one of the most important accretion of Turks living in Cyprus is producing works about literature. Although, Cyprus population is less and have a limited and small space, notably from 1940s they have been improved themselves in literature area. Through poem and story, they also write a vast number of novels. From 1963 and to 1973 namely ending year of Turkish landing of Cyprus, in ten years process is an important topic in the Cyprus’ writer’s novels. The writers crusaded to war and they had an active role in the war and because of this their books includes autobiographical elements. Because of these qualifications, such as Özker  Yaşın, İsmail Bozkurt,  Ahmet  Gazioğlu and Bekir Kara‘s books include a good number of things which shows everything to us about war in their novels. Furthermore, those writers are known as mujahidin writers. Their books help about creating social consciousness about Cyprus and war.
Keywords:  War, TRO ( Turkish Resistance Organization), Peace Operation, Cyprus Turkish Fiction

Giriş
Kıbrıs Türk edebiyatının, özellikle 1960 sonrası ürünlerine bakıldığında, hemen büyük bir bölümünün ‘Kıbrıs sorunu’ algısıyla üretildiği gözlenir. Farklı sanatsal eğilimlere sahip olan kesimlerin birbirleriyle olan tartışma kavramlarını da yine bu sorunun oluşturmuş olduğu zemin şekillendirir: Milliyetçi-anti milliyetçi, şoven karşı-şoven, Türk, Kıbrıslıtürk… Tüm bu kavramların doğurmuş olduğu tartışma ikliminin temel belirleyenin de yine “Kıbrıs Sorunu” olduğu aşikardır. İktisadi ve sosyal hayatın imkanlarıyla yetkinlik kazanan roman türünün Kıbrıs Türk kültürü içerisinde tarihi, 19. Yüzyılın sonlarında görülmeye başlar. Bu durum esasında, Osmanlı coğrafyası için de pek farklı değildir. Zira Türk okuyucular için olmasa da İstanbul’da yaşayan Ermeniler için yazılan ve 1851 senesinde İstanbul'da Mühendisoğlu matbaasında basılan Ağapi veya Akabi romanı bir kenara bırakılırsa, ilk roman 1872 yılında Handika gazetesinde tefrika edilmeye başlayan Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat gösterilir. Durum, Kıbrıs coğrafyası için farklı değildir, Ada’da ilk roman, yazarı Kıbrıslı olmasa da 8 Ocak 1892 yılında  Zaman gazetesinde yayımlanmaya başlayan Bir Bakış’la başlar (Atun, 2012:29). Yayımlanan ilk roman ise 1894 yılında, yani Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ın İstanbul’da yayımlanmasından iki yıl sonra Ada’da yayımlanan Kaytaz-zâde Mehmet Nâzım’ın Yadigâr-ı Muhabbet adlı romanıdır. Bu durumu şöyle de yorumlamak mümkün, Ada, her ne kadar kendine mahsus etnik yapısı ve kültürel özellikleriyle özgünlükler taşısa da bir Osmanlı coğrafyası olmak hasebiyle, özellikle düşünsel hareketler bakımından yönünü merkeze, yani İstanbul’a; 1920’den sonra da Ankara’ya çevirmiş durumdadır. Edebiyat dünyasındaki gelişmeler, bütün barizliğiyle bunu göstermektedir.
Bir anlamda Kıbrıs Türk romancılığının kurucusu sayılan ve önemli ölçüde 1930 – 60 arasında ürettikleriyle geniş bir yelpazede ürün sergileyen Hikmet Afif Mapolar nâm-ı diğer Muzaffer Gökmen ve 2010 yılında yitirdiğimiz, ‘ulusalcı’ çizginin mimarlarından sayılan Özker Yaşın[2] yanı sıra,  Adanın en önemli kültür insanları  ve romancıları arasında ön sırada gelenlerden birini İsmail Bozkurt[3] teşkil eder. Sürecin özellikle çıkarma sonrası (1974) dönemini ele alan önce Bellekteki İzler adıyla üç bağımsız cilt olarak tasarlayıp ilk iki cildini de yayımladıktan sonra UNUTMA adıyla tek ciltte toplayan Bekir Kara[4] da ana eksende Kıbrıs olaylarını yapıtlarına taşıyan, günümüz romancılar içerisinde üretkenliği ve ustalığıyla dikkat çeken isimlerden birisidir. Bugüne değin yayımladığı tek romanla dikkatleri çeken, sonrasında daha çok siyasi tarih çalışmaları ve güncel politikaya ilişkin araştırmalarıyla tanınan Ahmet Gazioğlu[5]’nun Kıbrıs’ta Aşk ve Savaş ile daha çok tiyatro ve hikayeleriyle  tanınan Osman Güvenir’in  “Üç Pencere” Kıbrıs Romanı adlı yapıtı da söz konusu tarihsel kesiti ayrıntılarıyla ele alan ve belirgin bir biçimde tanıklığa yaslanan, çoğunca da 1950 ve 60’lı yıllarda Türk edebiyatında yaygın olan, Yaşar Kemal, Bekir Yıldız, Dursun Akçam örneklerinde görüldüğü üzere röportaj dilinin kullanıldığı romanlardır. Bunlar yanı sıra üretimlerini sürdüren Özden Selenge, Mehmet Yaşın, sinemadaki başarısından tanıdığımız Derviş Zaim, Neşe Yaşın, Oğuz Yorgancıoğlu, Sultan (Okumuşoğlu), Bener Hakkı Hakeri, Sabahattin İsmail gibi  Kıbrıs Türk mücadelesini  romanlarına konu edinen, eserlerinde genel hatlarıyla 1930-1974 sürecini ele alan yazarların çalışmalarını da anımsatmak gerekir.
Kısa Bir Tarihsel Çerçeve
Hafızalarımıza kazınmış haliyle Kıbrıs olayı, EKOKA’nın 1 Nisan 1955 yılında ilk kanlı eylemiyle başlayıp ve sonrasında hafızalarda derin iz bırakan 21 Aralık 1963 “Kanlı Noeli”yle yoğunlaşarak, 20 Temmuz 1974 “Mutlu Barış Çıkarması”yla son bulan süreci kapsar. Esasında Ada’nın stratejik önemi  dolayısıyla Ada’ya sahip olmanın sağlayacağı avantajlar, öteden beri İngiltere’nin  gündeminde olan bir konudur. 1869  yılında Süveyş Kanalı’nın açılması, İngiltere’nin bu düşüncesini daha da güçlendirmiş, İngiliz İmparatorluğunun en değerli varlığı olan Hindistan ile imparatorluğun merkezi arasındaki ulaşım yolunu güvenlik altında tutmak; Fransa’nın Doğu Akdeniz’de oluşturduğu tehdide karşı ilk iş olarak 1704’den beri ellerine bulundurdukları Cebelitarık’ın yanı sıra Akdeniz’de ikinci bir üs olarak Malta’yı, 1800’de ele geçirmişlerdi.  1882’de Mısır’ı işgal etme planının ‘geçiş aşaması’ politikalarından en önemli dönemeci de, bu bakımından Kıbrıs politikası oluşturuyordu (Gürel, 1984:17). 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve bu savaşın, güçsüzlüğü giderek artan Osmanlı Devleti aleyhine doğurduğu sonuçlar, İngiltere’nin  Kıbrıs Anlaşması’nı hayata geçirmesi için  önündeki engelleri de kaldırıyordu. İşte bu antlaşmanın yapılması ile “Kıbrıs Sorunu” başlamış oluyordu (Mütercimler, 1998:28).
Kıbrıs’ın İngiliz yönetimine geçmesi ile birlikte, büyük bir imparatorluğun yönetici unsuru iken, bir anda  yabancı bir yönetimin üçüncü sınıf uyruğu durumuna düşmenin Türk toplumu üzerinde yaratmış olduğu travma,  Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması (ENOSİS) politikalarıyla daha bir derinleşmiştir. Bir yandan İngiliz sömürge yönetimine bir yandan da ENOSİS politikasını engelleme çabası, Türklerin Ada’daki  varoluş mücadelesine dönüşmüştür.
İngiliz sömürge yönetimine karşı direnişleri pasif nitelikte, gazete/kitap yayımlama, örgütlenme, kitlesel gösteriler şeklindedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ENOSİS istemleri yoğunlaştı ve 1952 yılında Atina’da EOKA (Etniki Organosis Kiberon Agoniston/ Ulusal Kıbrıs Savaşçıları Örgütü) kurularak silahlı terör eylemlerinin hazırlığına girişildi ve 1 Nisan 1955 yılında da ilk kanlı eylemini gerçekleştirir.
Kıbrıs Türkleri, silahlı saldırılara karşı, başlangıçta hazırlıksız ve örgütsüzdür. EOKA saldırılarıyla birlikte karşı örgütlenmenin gerekliliği ortaya çıkar ve ilk  refleks olarak KITAMB (Kıbrıs Türk Mukavemet Birliği), Volkan (Var Olmak Lazımsa Kan Akıtmamak Niye), Kara Çete, 9 Eylül Cephesi adlı direniş örgütleri oluşturulur. Süreç içerisinde ulusal bilinçle beslenen savunma gereksinimi  dağınık direniş örgütlerini bir çatı altında toplayarak, Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT)nı oluşturur. (Bozkurt, 2010:148) Dönemi anlatan hemen tüm edebiyat ürünlerinde özellikle TMT adının ve buna bağlı başka simgesel isimlerin (kovan, kovanbey, arı, oğul, oğul beyi, serdar, sancak, çanak gibi) geçiyor olması, kısa da olsa bu tarihsel çerçevenin bilinmesini gerekli kılmaktadır.


Romanlar ve Çıkarma Harekatı
Edebiyatın bir tanıklık olduğu kadar insan, dolayısıyla onların oluşturduğu toplumsal ruh halinin de yansıması olduğunu unutmamak gerekir. İktidarların bütün şekillendirmelerine karşın, olayları bireysel ve kolektif zihne dayalı süzgeçle en sağlıklı biçimde yine edebiyat yapıtlarında görmek mümkündür. Kurmaca da olsalar, edebiyat yapıtları özellikle roman, hakikatin anlaşılması için başvurulması gereken en önemli kaynak olma özelliklerini korumaktadırlar. Belkiçakalı yazar Charles Pilsnier’in romancı için söylediği: “görünmeyen şeylerin tarihçisi” (Günyol,1980) saptaması, insan ruhunun derinliklerini  önsezi ile kavrama ayrıcalığına sahip olan bu kişilerin “savaş, saray, siyasa tarihçilerinin görmediği, göremediği şeyleri” dile getirmek anlamında ustalıklarını da yansıtmaktadır.
Bu bildiride; 1974 çıkarma harakatının eksen alındığı eserler içerisinde, Özker Yaşın, İsmail Bozkurt, Bekir Kara ve Ahmet Gazioğlu’nun romanları ele alınacak, savaşın bu eserlerdeki izdüşümü irdelenmeye çalışılacaktır.
Bu dönemi konu edinen romanların en belirgin karakteristik özelliği, yakın tarihte yaşanmış olmasıyla birlikte yazanlarının hemen tamamının sürecin içerisinde yer almış olmalarıdır. Dolayısıyla tanıklık eksenine oturtulmuş olan anlatım, belirgin olarak ‘günlük’ olayların tarihsel tanıklığa dönüştürülme kaygısıyla ‘roman’laştırıldığını yansıtmaktadır.  Özker Yaşın, Ahmet Gazioğlu, İsmail Bozkurt, ve Bekir Kara’nın yukarıda bahsi geçen romanlarında 1974 çıkarmasının arka planında gelişen olaylarda, ben anlatıcı yazar, anlattıklarını inandırıcılık kaygısı taşımaksızın bir ‘doğruluk’ fikri zeminine oturtmaktadır. Tek tek romanla yazarı, bir bakıma da yazar kahramanın kişisel hayatını irdelediğimizde bu örtüşmenin türlü ipuçlarını yakalamak olasıdır.  Örneğin kendisi de TMT saflarında mücahit olarak mücadele vermekte olan Özker Yaşın’ın romanlarına yansıyan tanıklık, onun yaşadıklarından farklı değildir.
21 Aralık 1963’de “Kanlı Noel” olarak tarihe geçecek olaylar patlar. 23 Aralık günü, Ada’da bulunan Yunan birliklerinin desteğinde EOKA çeteleri, Türkleri birkaç gün içinde yok etme hareketine girişirler. Şehirlerde ve karışık yaşanan köylerde Türk mahalleleri kuşatılır. Köylerin birbiriyle ve şehirlerle bağlantısı kesilir. Fakat beklenen gerçekleşmez; Türkler, mahalle ve köylerinde derme çatma mevziler kurarak sert bir direnişe geçerler. Herkes evini köyünü savunmaya girişir. Lefkoşa, Mağusa ve Lefke’de Türk mevzilerine yapılan saldırılar kırılır. Yollar tutulmuş, ulaşım hatları kesilmiş olduğundan birbirinden habersiz Türk köyleri korku dolu günler geçirirler. 21 Aralık 1963 günü patlayan ve 8 Mart 1964’e kadar devam eden bu çatışmalar, Türk toplumu için ağır kayıplara yol açar. O günlerde gazetelere yansıyan tespitlere göre Türklerin kayıpları 136 ölü, 603 yaralı, 148 kayıptır. 25 bin Türk evsiz kalmıştır. Çatışmaların durmasından sonra da Türkler, daha emniyetli köylere ve şehirlerdeki Türk mahallelerine sığınmaya devam eder. Bu olaylar neticesinde Türklerin üçte biri evini barkını terk ederek mevzileri sağlam mahalle ve köylerde toplanmış, birbirinden kopuk ve kuşatılmış bu adacıklarda yaşamaya başlamıştır. Ada içinde seyahat mümkün değildir. Dünya ile bütün bağlar kopmuştur. 120 bin Türk, bu “getto” hayatının içinde 10 yıl yaşayacaktır.
Bu can pazarı içinde Özker Yaşın ve ailesi, bütün Kıbrıslı Türkler gibi ortak kaderi paylaşıyordu. Yaşın, Peristerona köyündeki evinden çıkıp barikatları aşarak Lefkoşa’da Türk mevzilerine ulaşabilen ‘şanslı’ kişilerdendir Ne var ki kendisi Türk mevzilerine ulaşabilme olanağına kavuşsa da ailesinin tüm bireyleri Rumlar tarafından rehin alınır. Doğum sancıları başlayan eşi Rum hastanesinde İngiliz bir hemşirenin yardımıyla doğum yapar ve oğlu Savaş 25 Aralık Çarşamba günü dünyaya gelir. Oğlunun doğumunu ancak 10 ocak 1964 tarihinde öğrenebilen Yaşın, yaşadıklarını ve görüp işittiklerini, bomba gürültüleri ve kurşun seslerini dinlerken kaleme alır. Bu şiirler, olaylar yaşanırken, şehit mezarları açılırken, yaralılar inlerken,  ağıtlar duyulurken yazılmıştır. Mart ayının ortasına kadar devam eden bu ölüm ve korku günlerinin şiirleri Oğlum Savaş’a Mektuplar adlı şiir kitabında  toplayan Yaşın, bu ürünlerinde yeğlediği gerçekçi yöntemi romanlarında da sürdürür.
Mekân, şahıs ve olaylar zincirinde anlatılanlar ile kahramanların gazeteci, mücahit, asker, kovanbeyi, arı, sancaktar gibi savaş içerisindeki sıfatlarıyla paylaşılması ve çoğu kez de  karakterlerin gerçek isminin, örneğin Bozkurt’un Bir Gecede romanındaki TMT komutanı Turgut’un, eşi Aliye’nin günlük hayatları içerisinde de aynı görev ve adlarla bilinmesi gibi, Ahmet Gazioğlu’nun Kıbrıs’ta Aşk ve Savaş romanındaki doktor ve gazeteci karakteri, Türk göçmenlerin sığındığı Mutlu Vadi’deki Çile Kampı; Özker  Yaşın’ın Girne’den Yol Bağladık’taki eylemler, otel, banka, cadde gibi tüm mekân adları bütünüyle bu gerçekliği içerir.
Bunu yadırgamamak ve küçümsememek gerekir. Zira,  bir yandan gelenek oluşturma çabaları devam eden ve metropol Türkiye’nin her daim gölgesini üzerinde hisseden,  beslendiği kaynaklar bakımından tarihsel tanıklık ile kendisini sorumlu kılan, bütün bu özellik ve nitelikleriyle  “Bir yaşantı edebiyatı olan Kıbrıs Türk edebiyatı, -roman, öykü ve şiirleriyle- Ada halkının acılarını, mutluluklarını nesilden nesile taşıyan, sosyal değişimleri yansıtan önemli bir kaynaktır.” (Kefeli, 2013:266) Yeri gelmişken belirteyim ki Kıbrıs Türk romancıları, Özker Yaşın’ın  Kıbrıs’ta Vuruşanlar Mücahidin Romanı eseri dışında ve özellikle de  bu bildiri çerçevesinde ele alınan eserlerde tema bir kahramanlık öyküsü olarak hiçbir zaman kurgulanmaz. Olay ve kişiler yargılanır ama bu yapılırken ötekini aşağılayan, kendini üstün gören bir çirkinliğe bürünülmez.

Kıbrıs Barış Harekâtı’nın, Kıbrıs Türk romanına yansıması iki bakımdan önemlidir. Birincisi, bu harekat, ırkçı EOKA harekatının beş yüz yılı aşkın bir süredir Ada’da varlığını sürdüren Türk halkına yönelik soykırımlarını durdurmuş, insanların hayatta kalma gerekçesini oluşturmuş, ikincisi de bir kimlik oluşturma çabasındaki Kıbrıs Türklerinin, ulusal direncini güçlendirerek bu direnci edebiyat gibi, estetik/sanatsal kazanımlarla zenginleştirme yollarını açmıştır. Gerek 1960 -74 sürecindeki gelişmeler, gerekse 1974 harekâtı sonrası gelişmelerin özellikle roman türüne ciddi bir biçimde yansıması, bu pekiştirmenin işaretlerindendir. Romanların sanatsal değeri her zaman tartışılabilir ki bu edebiyatbilimcilerin, eleştirmen ve estetiklerin yerine getirmesi gereken  bir sorumluluktur. Ancak, tarih ve olaylar açısından bakıldığında,  Kıbrıs Türk romancılarının  gözden ırak tutulamayacak bir sorumlulukla olaya yaklaştıkları ve bütün çirkinlikleriyle savaşa karşı kolekif bilincin oluşmasına katkı koyduklarını belirtmek gerekir. Her biri doğrudan bu çatışmalar içerisinde ‘mücahit’, ‘mücahit komutanı’, ‘göçmen’ kimlikleriyle yer almış olan edebiyatçıların, hiç birinin  eserinde  ötekini yok etme, bir halkı topyekün düşman belleme gibi genellemeci, ırkçı bir anlayışın görülmeyişi de önemli bir göstergedir. Bu durum, salt Türk halkının eğilimi olarak yansıtılmaz, ırkçı, şöven, tedhişçiler dışında Rum halkının duygusu  olarak da dile getirilir. İsmail Bozkurt’un Bir Gün Belki romanında, Türkleri kökünden kazımak için and içmiş, köpeğini Türk adıyla çağıracak ve onu Türk adı taşıdığı için öldürecek kadar gözü dönmüş Rum faşisti Deli Hristo’nun kızı Nitsa’nın ve annesinin düşüncesi, onun tam tersidir:
“- Ne oldu sana kızım? Diye sordu Nitsa’ya annesi. “Son günlerde çok iyi idin. Ansızın içine kapandın yine. Hem de eskisinden daha çok.
-          Korkuyorum anne! Korkuyorum.
-          Korkmakta haklısın kızım.Ülkemiz çok kötü günler geçiriyor. Zavallı Türkler! Olan onlara oluyor.Baksana, bir yerlerde hiçbir iz bırakmadan kayboluyor,  öldürülüyorlar. Köylerini, evlerini bırakıp kaçıyorlar. Yazık bu insanlara! Yazık! Ama bizim yapacağımız bir şey yok.” (Bozkurt, 2002:129)
Çıkarma harekâtı eksenine oturtulmuş, bir bakıma o sürecin günlüğü olarak da değerlendirilebilecek romanlardan birini Ahmet Gazioğlu’nun Kıbrıs’ta Aşk ve Savaş adlı eseri oluşturur.
1974 çıkarmasını, başladığı saat itibarıyla Gazioğlu şöyle aktarıyor: “20 Temmuz  Cumartesi sabahı saat 5.40da jet sesleriyle uyandı Aral. Pencerenin camları sarsılmış, odya, gökten gelen bir çığlık, şimşek hızıyla girip çıkmıştı. Arkasından dalga dalga tekrarlandı bu ses, kısa aralıklarla. Aral, Tanya’ya dürttü ve yatağından fırladı.
“Kalk… İşte nihayet geldiler… İşte geldiler!” diyerek dürbünü aldı, balkona koştu.” (Gazioğlu, 1975:166)
Gazioğlu, romanında, tıpkı 20 Temmuz 1974 sabahı çıkarma saatine gelinceye değin, dışarıda gelişen olayları  nasıl gazeteci üslubuyla aktarmışsa, bundan sonraki gelişmeleri de; Türk jetlerinin nereleri bombalayıp bombalamadığı, Rum Ulusal Muhafız askerlerinin hangi kamplarda esir alındığı, çıkarma gemilerinin 5. Mil koyuna girerek nasıl kapaklarını açtıkları, paraşütçülerin uçaklardan nasıl indirildiğine ve devamında da kuzeyde oluşan Türk bölgesinin şekillenişi, İngilizlerin kendi vatandaşlarını uçak gemileri Hermes ile adadan uzaklaştırma çabaları, aynı maksatla Amerikalıların 6. Filo’ya bağlı Forestall zırhlısının Kıbrıs açıklarına gönderilmesi… Tüm bunlar 1963-64 Rum saldırıları sırasında babası Eokacılar tarafından kaçırılan ve nasıl öldürüldüğü dahi bilinmeyen Londra’da Royal Northern Hastanesinde stajyer doktor olarak çalışan Aral ile şarkiyat ilmi okuyup, tezini Türkiye’de tamamlamak için yolculuğa çıkan Tanya arasında başlayan ilişkiyi ekseninde yaşanır. Aral, Almanya’dan başlayan, Türkiye’ye, oradan da Kıbrıs’a uzanan yolculuk boyunca “Kıbrıs sorunu” konusunda, bütün ayrıntılarıyla, Tanya’yı bilgilendirir. Her aktarılan, sonrası ve öncesinde yazılan siyasi, tarihi ve başka edebi metinlerde de karşımıza çıkan, tarih, kavram ve adları ortak,  ‘Kıbrıs sorunu’dur. Bu izleği, Özker Yaşın’ın eserlerinde de görmek mümkün.
Her savaş, yeni bir başlangıçtır ve bireylerin olduğu denli onların oluşturduğu toplumların da hafızasında travmalara yol açar. Kıbrıs Türk toplumunun  çıkarma harekatı öncesi ve sonrasında yaşadığı en önemli travmalardan biri hiç kuşkusuz toplu kıyımlarla beraber kayıplar olmuş, bunu göçler izlemiştir. Savaş ikliminin barışa evrilmesi ve ‘barış hattı’nın oluşmasıyla birlikte şekillenen yeni dünyada bu kez  yeni ev kurmalar, komşuluklar ve iktidarlarla olan ilişkiler boyvermeye başlamış; kendisini bu yeni süreçte yansıtan kırılmalar oluşmuştur. Ada’nın geneline bakıldığında, ekonomik anlamda ticari faaliyetleri sınırlı bir biçimde yürüten, bu bakımdan da  köy kırsal nüfus oranı daha yüksek olan Türklerin, ticari faaliyetlerden de uzak oldukları gerçeği hem Yaşın’ın hem de Kara’nın romanlarında açık bir biçimde kendini belli eder. Aynı gerçeği, Bozkurt’un romanlarında da buluruz: Türkler ticaret hayatının dışındadır ve sermaye Rumların elinde toplanmıştır. Bu gerçeklik romanla toplumsal düzen arasındaki şekillenmede de kendisini belli eder; söz konusu bu romanların hemen hiç birinde ekonomik dünyanın üst sıralarında bir Türk’ü göremezsiniz. Çiftçi, öğretmen, şoför, gazeteci… Ekonomik dünyanın girdi çıktılarıyla ilgili ve dolayısıyla bir sermaye kesimi oluşturacak aktörleri hissedilir biçimde ancak 1974 çıkarma harekatından sonra görüyoruz. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki belirgin bir yeni iş kolu da 74 sonrası Ada’ya Türkiye’den gidenlerin oluşturmuş oldukları ‘eğlence’ mekânlarıdır. Doğal gelişimi içerisinde şekillenmeyen girişimci anlayışı, sonradan edinmeyle bir ahlakdışılığı beraberinde getirir. Bu durum özellikle Bozkurt’un Yusufçuklar Oldu mu?  ve  Yaşın’ın Kıbrıslı Kazım romanlarının ana izleğini oluşturur: Kayırmacılık, siyasetle ticareti katmanlaştırma, haksız  yollarla mal edinme… “1963’te, toplumlararası çatışmalardan sonra oluşan enklavlar, Kıbrıslı Türk halkın kendi topraklarından göç etmesine, üretim ilişkilerinden, hayat içindeki geleneklerinden, tarihsel geçmişlerinden kopmalarına; en yaşamsal bağlarını savaşla beraber yitirmelerine yol açtı. Toplumun %70’i ABD yardımıyla, “iaşelerle” yaşayan asker-memur asalak bir katman oldu. Kendi toplumsal, sınıfsal gerçeklerine yabancılaştı. (…) Enkavların kimliği, kimliğimiz oldu. Kıbrıslı Türk burjuvazisi, insanın ve insani olan herşeyin yok edildiği bu enklavlar içinde palazlanıp siyasi iktidarını geliştirdi. Bu nedenle, geleneklerinde şiddet, savaş, yasadışılık ve baskı vardır.” (Yaşın, 1990:161) Bunun en yaygın örneğini,  ev ve malları güneyde kalan yurttaşlara, kuzeyde eşdeğer mal verilmesi sürecinde yaşanır. Öncelik şehit ve gazi ailelerine, mücahitlere verilecekken,  siyasi yandaşlık, nüfuz baskısı ile kimileri, her seferinde  ev ve arsa sahibi olur; üstelik bunları edinirken kura bile çekmez, en ayrıcalıklı konuma sahip olurlar.
Adını, bazı sözleri Behçet Kemal Çağlar’ın “Bu Menzum Beyanname de Benden” şiirinden esinlenerek yazılmış Girne’den Yol Bağladık Anadolu’ya şarkısından alan, başkahramanı köyleri Peristerona güneyde kalan, Oktay ve yakın çevresindekilerin; eşi Aysel, arkadaşı Ali, köy ihtiyar heyetinden Sadık dayı, kayınpederi ve bunlar etrafında şekillenen ilişki ağının  bir pazartesiden diğer pazartesine kadar olan serüvenlerini içeren Özker Yaşın’ın romanında; çatışmalar başladığında mallarını Rumlara satıp İngiltere’ye kaçmış, 74 sonrasında Ada’ya dönüp ‘huzur ortamının’ nimetlerinden yararlanmaya çalışanların nasıl yasadışı yol ve şiddete başvurdukları da aktarılır:
“-Hasan İmamoğlu’na ev mi verdiler köyde?
İhtiyarın kaşları çatıldı:
-          Ne yazık ki verdiler evladım… Hem de köyün en güzel evlerinden birini aldı deyyusun oğlu!
-          Nasıl olur? Kuraya adı konmamıştı bu adamın. Bu yüzden size saldırmaya kalktı, ben kendisini yumrukladım! O tartışmanın ve kavganın anlamı yokmuş demek ki
-          Öğrendiğime göre herifçioğlu kura filan da çekmemiş bizim gibi… Lefkoşa’dan bir mektup getirmiş iskan memuruna. O mektubun kimden geldiğini bilmiyorum, ama her halde bir bakandan, forslu birinden olacak… İskan memuru mektubu okumuş ve Hasan İmamoğlu’na istediği evi vermiş!
-          Şehit aileleri gibi desene… Hem de kura çekmeden.” (Yaşın, 1976)
Özellikle Bekir Kara’nın Unutma Bellekteki İzler romanında, TMT örgütlenmesinin arka planında bu gerçek bütün belirginliğiyle yansır. Seyit, babası Selim’in şehit düştüğü gün dünyaya gelir. Onun uykudayken gördükleri, romanı bir hatırlama, toplumsal bellek oluşturmak işleviyle değerlendiren yazarın niyetini açığa vurur. TMT mensuplarından olan Mura Hoca, Selim’i de teşkilata dahil etmek için girişimlerde bulunur. İngiliz yönetimine karşı Rumların zaman zaman gösterdikleri isyanlar, sabanın arkasında ekmek kavgasını vermekte olan Selim’in çok da ayrımında olduğu gelişmeler değildir.  Murat Hoca, siyaseti bilen ve olayların seyrini öngörebilen bir bilince sahiptir. Çalışkan, güvenilir bir yapıya sahip olan Selim’i mücadeleye dahil etmek ister. Bunun için onu olayların farkında olmaya, sorgulamaya sürükler.

“-Son yaşanan olayları sen nasıl yorumluyorsun?
-          Hangi olayları?
-          Bildiğin, duyduğun olaylar. Rum, İngiliz’le kavgaya tutuştu bildiğin gibi… Bu kavga İngiltere’nin ve diğer sömürgeci ülkelerin bir tezgahı olamaz mı?
-          Bilmem, İngiltere Kıbrıs’ın sahibidir. Diğer sömürgeci devletler bu işe neden karışsın kı?
-          Diğer sömürgeci devletler de ‘Enosis’ taraftarı olamaz mı?
-          Bu soru benim için hayli zordur Hoca. Geçim derdine düştüm ben. Olanı biteni ne bilirim?
-          Dinle Selim. Ortada bir kavga var. Bu kavgaya, biz de karışmak zorundayız, çünkü başka çaremiz yoktur. Öyle oturup, ‘bu kavganın sonunda ne olacak acaba?’ deyip, yan gelip yatamayız?” (Kara, 2011:74)
-           
Bir yandan ‘örgütlenme’ fikrinin Türk kesiminin her katmanına nasıl yaygınlaştırıldığının ipuçları verilir, bir yandan da Türk mallarının Rumlara satılmaması konusunda dikkatli olunması gerektiği anımsatılır.  Burada dikkati çeken, yukarıda da belirtmeye çalıştığım gibi, ekonomik iktidar bakımından Türklerin daha pasif bir konumda oldukları; milliyetçilik duygusunun daha geç uyanmaya başladığı gerçeğidir. Bu anımsamalar, Özker Yaşın’da, örneğin Girne’den Yol Bağladık’ta günlük biçimindedir. Her iki yazar da bu bölümleri farklı stillerde yazarak okuru bir anlamda uyarmış olurlar, Yaşın siyah (bold) olarak belirtir, Kara ise italik yazı karakteriyle. İkinci husus,  genel olarak  Kıbrıs Türk edebiyatını ama özel olarak da romanın kazandığı içerik açısından çıkarma harekatının bir başlangıç olmasıdır. Bu Kıbrıs Türk romanının içeriğini ciddi biçimde belirlemiş, olayların hemen ardından yazılan eserlerde olduğu gibi, sonrasındakilerde de belirleyici temalardan birini oluşturmuştur. Örneğin yakın zamanda yayımlanan Oğuz Yorgancıoğlu’nun Köklerimiz Nasıl Sallandı?(2007), Köklerimiz Bir Bir Sökülüyor (2009) adlı hacimli her iki romanının da içeriğini Kıbrıs olayları ve  çıkarma harekatı oluşturmaktadır. Kıbrıs Türk romanı üzerine örneklemeli tarihçe oluşturan çalışmasında 117 yılda yaklaşık 120 romanın yayımlandığının altını çizen Suna Atun, çıkarma harekatının oluşturmuş olduğu ortamın, romanın imkanlarını genişlettiğini ve Kıbrıslı Türklerde okuma yanı sıra bir yazma arzusunun da geliştiğini belirtmektedir. “Çok uzun yılları varoluş mücadelesi içinde geçen Kıbrıs Türk Halkının tüm yazınsal ve sanatsal çalışmalarında olduğu gibi roman türünde de 1974 Barış Harekâtı sonrası önemli adımlar atılmış, roman yazarlığına ve okurluğuna ilgi artışı kaydedilmiş ve özellikle son on yıl içerisinde de roman kitaplarının yayını büyük bir hız kazanmıştır.” (Atun, 2011:27)
TMT mücahit komutanlarından olan İsmail Bozkurt’un, tıpkı  Özker Yaşın, Ahmet Gazioğlu ve Bekir Kara’nın romanlarında gördüğümüz  tarihsel tanıklığı doğru bir tarihsellik üzerinden edebiyat yoluyla aktarma kaygısının ürünü olan Bir Gecede adlı romanı, 1974 öncesi Geçitkale- Boğaziçi direnişinin belli bir zaman aralığında yaşanan yoğunluğunu aktarıyor.
1974  sonrasında ortaya konan romanların büyük çoğunluğunda, Kıbrıs Türk halkının ‘milli mücadele’ olarak da adlandırdığı var olma  çabasının izleri bulunur. Yukarıda özellikle üzerinde durduğumuz çalışmalar haricinde,  Özker Yaşın; Kurtuluşa Kaçış- Bir Mücahidin Romanı, Bekir Kara; Aşklar-Acılar- Çocuklar ve Torunlar,  Sevim Baran; İki Halkın Hikâyesi, İki Halkın Gözyaşları, Şerife Münevver Özgerek; Yorgun Yollar, Saygın Akanyeti; Yarınsızlık, Numan Ali Levent; Sen de Direneceksin, Sultan; Kurşun Sesi Duymadan Yaşamak, Çetin Kasapoğlu; Gökyüzü Uyumasın, Bener Hakkı Hakeri; Kurtuluşa Kaçış , Ahmet Tolgay; Kıbrıs Çarmıhtan İnerken, Sabahattin İsmail; Savaşların Gölgesinde, Havva Tekin; Yeşil Adanın Çocukları, Nazım Beratlı; Turnalar Nerden Gelirdi, adlı eserlerinde çatışma, göç ve devamında yaşanan içtimai hayattaki  çürümeye dair kaygı ve gözlemler paylaşılır…
Hemen tamamının yazar merkezli olduğu bu çalışmalara toplu olarak bakıldığında, tarih bilinciyle birlikte bir kimlik sorgulamasının da yapıldığını görürüz. Bu esasında 1950’lerde başlayıp, 1974 yılında sonlanan Türk-Rum çatışma ikliminin, Ada’daki Türkler açısından geç kalmış bir ulusçuluk bilincinin kökleştirilmesi kaygısının da taşındığını gösterir. Esasında 1940’lı yıllarda başlayan Türkiye’de Ada’ya giden öğretmen yazarların çalışmalarıyla hız kazanan ‘milliyetçi’ eğilim, edebiyat dünyasını da şekillendirmiş ve Kıbrıs Türk edebiyatının metropol Türkiye’nin periferide bir edebiyat olarak şekillenmesine kaynaklık oluşturmuştur.  Bu tutum, düşünsel olduğu kadar pratik olarak da hayata geçirilmiş bir eylemdir. Dr. Küçük, Raif Denktaş gibi siyasetin en önemli aktörlerinin, aynı zamanda gazete sahipliği, yazarlık gibi ‘yayın’ faaliyetleri içerisinde bulunmaları da bu düşüncenin hayat bulmasında işlev taşır.
“Savaşın tanığı olan yazarların ben merkezli tutumları, toplumsal olanın tarihini okumamızı olanaklı kılar. Toplumsal olanı kendi yaşantıları etrafında yeniden kurgulayan Kıbrıslı yazarlar, gözlem ve izlenimlerini günü gününe vermeye çalışarak, yer yer belgelere de dayandırarak tarih bilimcisi gibi hareket etmek isterler. Rumlarla yaşanan savaşlar, Türkiye’yle kurulan bağlar, Yunanistan ve İngiltere’nin ada üzerindeki çıkarım ve uygulamaları, Kıbrıslı yazarların objektifinden yansır. Romanlarda adada savaş ve siyasetle verilen bir mücadele olduğu, bu mücadelede Kıbrıs Türk ve Rumlarının kendi başlarına hareket etmediği öncelenir. Romanlar, Kıbrıs Türkünün geleceğe uzanmak için bir yol arayışının ifadesi olur. Kıbrıs’ta tarih, savaş yüklüdür. Toplumun geçmişle bağlarını koparan savaş, gelecek arzusundaki genç nesil üzerinde tesirini daha kuvvetli hissettirir” (Aylanç, 2012).

Sonuç
Kıbrıs Çıkarması,  Kıbrıs Türk edebiyatında, özellikle süreç içerisinde yazılan/söylenen hamasi şiirlerin yanı sıra, roman türüne yansımış bir konudur. Şunu da söylemek olası ki, bugün bir  Kıbrıs Türk romanından söz ediliyorsa, bu türün içerisini dolduran ve belli bir edebiyatçı zümreye yazma dürtüsü kazandıran etkenlerden birini  ‘çıkarma gerçeği’ oluşturmaktadır.
1963’te başlayıp, 1974’de sonlanan savaş ikliminin, ağır travmatik sonuçları, bireysel yaratı olan roman üzerinden, esasında, kolektif bir sağaltıma da katkıda bulunmaktadır.
Tarihi gerçeklikle edebi betimlemeyi iç içe bulduğumuz Kıbrıs Türk romanı, özellikle de bu bildiri çerçevesinde ele alınan örnekleri, uzunca bir süre birlikte yaşamış  iki halktan birinin, Rum tedhişçilerin yok etme planlarıyla nüfus olarak azınlıkta ve silahsız Türk kesimine yönelttiği savaşın ayrıntılarını da öğrenmemize kaynaklık edecek nitelikte eserlerdir.
Bu yapıtlar, sadece Rum saldırganların ve onların arkasındaki diğer güçlerin tutumunu aydınlatmakla kalmıyor, dar iktisadi ve sosyal hayat içerisinde kendi denetim mekanizmasını oluşturmuş Kıbrıs Türk toplumunun, göç ve savaşla birlikte yeniden şekillenmesinin insani ve gayriinsani yanlarını görmemize de imkan tanımaktadır.


Kaynakça
Atun, Suna (2011), Kıbrıs Türk Romanı, Gazi Mağusa: SAMTAY Yayınları.
Aylanç, Mihrican (2012), “Anı-Roman Işığında Kıbrıs Türklerinin Tarihini Yeniden Okumak: Köklerimiz Nasıl Sallandı-Köklerimiz Tek Tek Sökülüyor”, KIBATEK Anı Edebiyatı Sempozyumu (Yayımlanmamış bildiri), İstanbul: 8-9 Kasım 2012.
Bozkurt, İsmail (1991), Yusufçuklar Oldu mu?, İstanbul: Cem Yayınları.
Bozkurt, İsmail (2002), Bir Gün Belki, İstanbul:Cem Yayınları.
Bozkurt, İsmail (2005), Bir Gecede,  İstanbul: Cem Yayınları.
Bozkurt, İsmail (2010), “Geçitkale-Boğaziçi Direnişinin Şiirlerle Mücahit Gazetesine Yansıması”Kıbrıs Türk Varoluş Mücadelesinin Edebiyata Yansıması Bildiriler (Haz: İsmail Bozkurt, Cemal Bayak), Lefkoşa: Ajans Yay Ltd.
Gazioğlu, Ahmet (1975), Kıbrıs’ta Aşk ve Savaş, İstanbul: Efes Yayınları.
Günyol, Vedat (1980), “Roman Konusunda”, Milliyet Sanat Dergisi, Yeni Dizi:10, İstanbul.
Gürel, Şükrü Sina (1984), Kıbrıs Tarihi-I, Kaynak Yayınları: İstanbul.
Güvenir, Osman (2011), “Üç Pencere” Kıbrıs Romanı,  İstanbul: Alfa Yayınları.
Kara, Bekir (2011), Unutma “bellekteki izler”, Ürün Yayınları: Ankara.
Karpat, Kemal (2009), Osmanlı’dan Günümüze Edebiyat ve Toplum, Timaş Yayınları: İstanbul.
Kefeli, Emel  (2013), “Kıbrıs Türk Edebiyatında Roman: Tarih, Bellek, İnsan”,  Edebiyatta Kıbrıs ve  Bahar, Uluslararası KIBAT EK Edebiyat Sempozyumu Bildirileri, (Haz: Kafiye Yinanç, Metin Turan),  Ankara: KIBATEK Yayınları.
Mütercimler, Erol (1998), Bilinmeyen Yönleriyle Kıbrıs Barış Harekatı, 2. Basım, Arba Yayınları: İstanbul.
Nesim, Ali (1998), “Gelişme Döneminde Kıbrıs Türk Edebiyatı’’, Birinci Uluslar arası Kıbrıs ve Balkanlar Türk Edebiyatları Sempozyumu, (Haz: İsmail Bozkurt, Ayşen Dağlı, M. Kansu), Gazi Mağusa: Doğu Akdeniz Üniversitesi  Kıbrıs Araştırmaları Merkezi.
Yaşın, Özker (1976), Girne’den Yol Bağladık, İtimat Yayınevi: İstanbul.
Yaşın, Mehmet (1990), “Kıbrıslı Türk Edebiyatında Kimlik Sorununun Tarihsel-Toplumsal Nedenleri”,  Turkish Cypriot Indentity in Literature - Edebiyatta Kıbrıslı Türk Kimliği, Fatal Pulications:London.




[1] KIBATEK (Kıbrıs, Balkanlar, Avrasya Türk Edebiyatları Kurumu)Başkanı.
[2] Özker Yaşın, 4 Ekim  1932 de Lefkoşa’da doğmuştur. Liseyi Haydarpaşa (İstanbul) Lisesinde başlayıp, Vefa Lisesi’nde tamamlar. Kıbrıs’a döner, muhabirlik, reklamcılık yapar, Savaş yayınlarını kurar. Bayraktar Destanı (Lefkoşa, 1952), Limanda Bir Gemi (Varlık yayınları, İstanbul 1956), Namık Kemal Kıbrıs’ta (Lefkoşa, 1957) yayımlanır. 1970 yılında Kıbrıs parlamentosuna milletvekili olarak giren Yaşın’ın çok sayıda şiir kitabı, tiyatro eseri 3 ciltten oluşan Nevzat ve Ben (1997-2004) adlı anlatı kitabı dışında  romanları şunlardır: Bütün Kapılar Kapandı, Lefkoşa, 1955. Mücahitler / Kıbrıs’ta Vuruşanlar, Lefkoşa, 1970. Kıbrıslı Kazım, İstanbul, 1978. Girne’den Yol Bağladık, İstanbul, 1976. 6 Şubat 2011 yılında hayata gözlerini yumdu.
[3]   İsmail Bozkurt, 1940 doğumlu. 1962 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni (Ankara) bitirir. Kıbrıs mücadelesinde mücahit komutanı olarak aktif görev üstlenir. 1970-90 yılları arasında, 6 dönem milletvekilliği, meclis başkanlığı, bakanlık, parti genel başkanlığı yaptı. Yusufcuklar Oldu mu? (Cem Yayınevi, İstanbul 1991), Mangal (Galeri Kültür Yayınları, Lefkoşa 1995), Bir Gün Belki (Cem Yayınevi, İstanbul 2002) ve Bir Gecede (Cem Yayınevi, İstanbul 2005) yayımlanmış romanlarıdır. Bozkurt’un ayrıca yayına hazırladığı çok sayıda kitap ile gezi yazılarından oluşan Kızıl Meydan’da Bir Uçak (1987), Kuzey Kıbrıs Seyahatnâmesi (2012) yapıtları vardır. Halen kısa adı KIBATEK olan, Kıbrıs Balkanlar Avrasya Türk Edebiyatları Vakfı’nın başkanlığını yürütmektedir.
[4] Bekir Kara, 1954 yılında Baf ilçesinin Bağrıkara köyünde doğdu. Bursa Eğitim Enstitüsü’nün Sosyal Bilgiler Bölümü’nü bitirdikten sonra uzun yıllar Kıbrıs’ta öğretmenlik ve okul yöneticiliği yaptı, 1994 yılında emekli oldu. Yayımlanmış kitapları şunlardır: Toplu Oyunlar (Lefkoşa 1994), Sırlar Ölümsüzdür (Öykü, Lefkoşa 1996), Kavuni (Roman, 2001), Unutma Bellekteki İzler (Ürün Yayınları, Ankara 2011).
[5] Ahmet Gazioğlu, 1931 Larnaka, Kıbrıs doğumlu, Gazioğlu Ankara'da yüksek öğrenimini tamamladı ve daha sonra Londra Üniversitesi'nde 'Uluslararası İlişkiler' okudu.  1954-1962 yılları arasında Kıbrıs'ta bir tarih öğretmeni ve okul müdürü olarak çalıştı.  1963 yılında toplumlararası mücadelede başından itibaren o Kıbrıslı Türk haklarını temsil eden bir aktif rol aldı.  Kıbrıs’ta Aşk ve Savaş (İstanbul, 1975) yayımlanmış tek romanıdır.